nine

145 25 26
                                    

====

"Eun, bir bakar mısın?"

Jae'nin sesiyle gözyaşlarımı silip çöktüğüm yerden kalktım. Yutkunup yoğun bakım odasının kapısına baktım. İç çekip kafamı Jae'ye çevirdim. "Efendim?" diye sordum.

Elindeki dosyayı bana uzattı, fotoğraflara baktım. "Sadece ikisi mi bulunmuş? Biri daha vardı." dedim. Olay yeri incelemeden gelen fotoğraflardı. Yüzünde yara izi olan adam bulunamamıştı. "Onu da buluruz, robot resim için merkeze gidelim." dedi.

Kafamı iki yana salladım, "Burada kalmalıyım." dedim. Buruk bir tebessümle onayladı. Koridorun sonunda Minho gözüktü, hızlı adımlarla yaklaşıyordu bize. Elinde bir tane delil poşeti ve paltolarımız vardı. Hemen elinden aldım, yutkundum. "Sizin işiniz vardır, gidebilirsiniz." dedim gözlerimi elimdeki paltosundan çekmeden.

"Eun, bak tüm acıları tek başına yaşamaya mahkum değilsin. Bırak yanında olalım." dedi Minho çenemden tutup kafamı kaldırarak. Gözlerim ikisinin gözlerinde gezindi, "Gerek yok, sağolun." diyerek geriye adımladım. Eski yerime dönüp yere çöktüm. Kendi paltomu yanımdaki oturma yerinin koluna bıraktım, Chris'in paltosunu kucağıma aldım. Delil poşetini de yere koydum, içinde telefonlarımız ve üzerimizden çıkan birkaç şey vardı. 

Bir kere kalkıp o yoğun bakım penceresinden içeri bakamıyordum. Olmuyordu. Onun hasta kıyafetleri içinde ekg'ye bağlı bedenini, koluna bağlı serumu, solmuş suratını, kapalı olmasına rağmen yorgun gözlerini... Bunları görmeye cesaret edemiyordum.

Paltosunu tutup burnuma götürdüm, içime çektim o harika kokusunu. Bu koku o kadar güzel duygular veriyordu ki, tarif edemiyordum pek. Huzur, güven, sevgi, mutluluk... Hepsine sahipti bu koku. Yutkundum ve paltoyu tekrar kucağıma bıraktım.

O yüzünde yara izi olan adam bıçağı geri çekseydi, yaşanmayacaktı bunlar; ya da ben hiç şirkete gitmeseydim.

İç organlarında baya bir zarar vardı, bıçak mahvetmişti. Eğer ki ilk başta bıçağı çıkarsaydık karnından, daha az zarar görmüş olurdu. Hepsi benim mallığım. Gözlerimden akan yaşları elimin tersiyle sildim, kanı elimde kurumuştu çünkü.

Gözlerim delil poşetine gitti, Chris'in telefonu çalıyordu. Delil poşetini açıp telefonu elime aldım. 'Annem' yazıyordu. Açmalı mıydım?

Yeşil simgeyi yana kaydırıp açtım telefonu. Kadın hızla konuşmaya başladı, "Oğlum, neredesin? İki saattir seni bekliyoruz! Gel artık." Dudaklarım arasından bir hıçkırık kaçtı. "Chan, nerede?"

Yutkundum, "Efendim, ben... Kız arkadaşıyım. Biz," Derin bir nefes aldım, ağlamam daha da şiddetlenebilirdi her an. "Biz şu an hastanedeyiz, Chris... Chris, yoğun bakımda." sonunda cümleyi bitirebildiğimde gözlerimi sıkıca kapattım. Çok gerilmiştim.

Birkaç hışırtı ve konuşma duyuldu. Ardından Hannah, "Unnie, hangi hastane?" telaşlı sesi beni daha kötü hissettirdi. Hastaneyi söylediğimde telefon kapandı. Telefonu kulağımdan uzaklaştırdım, gözlerim bildirimlere kaydı. "Ne çok bildirim var..." diye mırıldandım kendi kendime. Annesinden iki, babasından bir, Hannah'dan beş, Changbin yazan kişiden iki arama vardı. Onların ardında da birkaç mesaj.

Bir arama düşünce telefonu biraz uzaklaştırdım kendimden, Changbin yazıyordu. Bu kimdi ki? Arkadaşıydı herhalde. Açtım. "Hyung, mezarlığa gelme. Hannah geldi söyledi, ailen gelmiş." Kaşlarımı çattım.

Mafia or not? |Bang Chan|Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin