30.09.23
Adım attığım yerler mi yoksa ayaklarım mı titriyor, emin değilim. Tek bildiğim müdürün odasına yaklaşmaya çalıştığım her an yeri kaybediyormuşum gibi hissettiğim. Derin bir nefes alıp terleyen ellerimi pantolonuma sildiğim sıra müdür katına gelmiştim. Sekreteri beklemem gerektiğini söylerken kibarca bekleme alanını sol eliyle işaret etmişti, aynı kibarlıkla teşekkür edip alandaki koltuklardan birine oturdum.
Türkiye'nin çok az bir zengin kesiminin bildiği, ilkokuldan itibaren başlayan, konumu dağın içinde olan yatılı okulumda bu sene son yılım; mezun olacağım. Sadece aşırı zenginlerin çocuklarının okutulduğu okulumda toplam yüz kişiyiz ve tüm kontenjan yüz öğrencilik. Şehrin en yukarıdaki dağın karanlık ormanına inşa edilmiş okula girebilmek için tek şansınız ebeveynlerinizin aşırı zengin olması ve sizin ilkokuldan başlayabilecek olmanız. Hafta tatilleri yok, her ay iki kere ailenizin yanına, evinize gidebilirsiniz, yıl boyuysa en fazla altı kere olabilir daha fazlasına izin yok. Hastalıktan geberseniz dahi izin alıp çıkıp gidemezsiniz.
Okul, yatakhane, yemekhane, kurslar, spor alanları ve sağlık binası olmak üzere kocaman bir arazi. Burada iki ana dil öğrenmekle beraber dört dil bilmek zorundasınız. Liseden mezun olduğunuz an okuldan da mezun olabilir, yabancı ülkelerdeki büyük, tanınmış üniversitelere direkt geçiş hakkı kazanabilirsiniz ki zaten o üniversiteler sizi almak için sırada bekliyor, her ay davet formu gönderiyor.
Ben bu okula geldiğimde altı yaşımdaydım, annemler erken başlatmışlardı. Bunca zaman -yani on yedi yaşıma kadar- ailemi en fazla on kere görmüştüm. Üç abim, annemin birden fazla dernek yöneticisi, babamınsa zincir hastaneleri olduğunu biliyorum; ailem hakkında bildiklerimin hepsi bu. Zamanında yaşlarını kendim hesaplardım, ama artık bıraktım. Onları düşünmüyorum.
Tüm alakam derslerimdi ki her sene okul birincisi seçilmem de bu yüzdendi. Altı dil biliyorum, at sürme, koşu ve silahlarla hedef tutturmada da iyiyim. Kimya, matematik ve muhasebede mükemmel derecelere imza attım. Burada sayısal ya da sözel olamazsınız, her ikisinde de başarılı olmak zorundasınız. Eğer sadece birinde başarılıysanız bu okulda barınamaz, kovulursunuz. Okul sadece mükemmellere açık.
Yıllık olarak sağlık taramanız yapılır, her bir kısmınız araştırılır ve sorun çıkarsa tedavisiyle burada ilgilenilir. On yaşımdayken kanımda Hepatit C ve B çıkmış, buradaki doktorlar hastaneye göndermeye zorlamışlardı. Ailem reddettiğinden burada kalıp derslerime devam etmek zorundaydım. Bu yıl boyunca süren burun kanamalarım, baygınlıklarım da doktorların endişelenmesine neden olmuştu. Hepsini yorgunluğa bağlıyorum, çünkü gün boyu sürekli çalışmak zorundayım, uyku düzenim yaklaşan sınavlarla seçimler yüzünden bozulmuş, vücudum kendinden büyük streslerin altına girmişti.
"İlker." Yabancı bir ses duyduğumda başımı kaldırıp sesine sahibine baktım; uzun boylu, yakışıklı bir adam.
"Merhaba," dedim ayağa kalkıp özgüvenle karşısında dururken. "Tanışıyor muyuz?"
"Benim baban." Kaşlarını çatan adama baktığımda özgüvenim biraz sarsılacak gibi olsa da çabuk toparlamıştım. Özgüven ve duruş dersleri de alıyoruz, kendimizi şaşkınlığa uğratamayız. Ama babamı en son beş yıl önce görmüştüm.
"Hoş geldiniz efendim. Kusura bakma, tanıyamadım." Başını sallasa da vücudumu süzüyordu. "Müdür Bey şu anda müsait değilmiş, oturmaz mısınız?"
Büyük adımlarla yanıma gelip sandalyeye oturduğu an ben de oturup arkama yaslandım. Eğik durabilme gibi bir lüksümüz yok, her zaman dik ve sert olmalıyız. Yorgunluktan titreyen ellerimi tutup gözlerimi kapadım.
"Annen de gelmek üzere, öğretmenlerinle görüşüyordu."
"Tamam." Verecek pek cevap bulamadığımdan tek kelime sanki ağır olmuştu... "Sizi gördüğüme sevindim."
"Sen niye bu kadar zayıfsın? Bedenin bir erkek bedenine yakışmayacak cinsten." Sözlerinden sonra başımı eğip bedenime baktım; kıyafetlerimiz her zaman özel dikim takım elbiseler olduğundan vücudumuzu belli ederdi ve şu anda gömleğimin üzerinden kaburgalarım seçiliyor.
"Çok stres yapıyorum," dedim başımı kaldırıp babama bakarken. "Hayalimdeki üniversiteyi okulun sayesinde, torpiliyle değil kendi bilek gücümle kazanmak istiyorum."
Dudakları beğeniyle kıvrılan babam şen sayılacak bir kahkaha attı ve önüne döndü. Buraya yaklaşan hanımefendiyle babam hayatım diyerek ayaklanınca onun annem olduğunu anladım. Dizlerine kadar gelen kırmızı elbise giyinmiş kadının eteği kesikti, yüzündeki aşırı makyajdan bile botoksları belli oluyor. Onu da kibar bir şekilde karşılayıp yerimi ona verdim ve ayakta dikilmeye başladım.
"Kaç yaşındasın?" diye soran annem, babam gibi vücudumu süzüyordu.
"On yedi hanımefendi." Cevabımı mı yoksa başka bir şeyi mi bilmem ama beğenmedi, botoks dolu yüzüne rağmen bunu anladım. Sekreter ayağa kalkıp müdürün odasına geçebileceğimizi söylediğinde önde ebeveynlerim olarak içeri girdik, müdürün masasının karşısındaki koltuklara oturduk.
"Öncelikle Haznedaroğulları'nı okulumda ağırlamak her zaman beni mutlu ve gururlu hissettirir. İlker Haznedaroğulları bu okula geldiğinden beri liderlik tablosunun ikincisi sırasına dahi düşmeden büyük başarılara imza atıyor, onun başarıları okulumuzu gururlandırmakla kalmaz, birçok büyük üniversitenin öğrenci kabulü için çaldığı kapı haline gelir." Gururlanmadım ya da sevinmedim. Senelerdir dişimle tırnağımla çalışarak gelmiştim buralara, emeklerimin karşılığıydı. Ama ebeveynlerim öyle değil, omuzları iyice kalkıyor, gözleri parlıyordu. "Ama ne yazık ki..."
Duraksayan müdür, odadaki hepimizi germişti. Bir hatam mı oldu diye düşünürken ellerim daha çok titremeye, karın bölgemde anlamsız ağrılar oluşmaya başlamıştı.
"Bazı belirtilerden sonra doktorlarımızın yaptığı testte İlker'in Hepatit C ve B'sini ilerlediğini, karaciğerinde büyük bir kanserli tümör olduğunu saptadılar. Ankara ve başka yabancı ülkelere gönderilmiş testlerinde kanserin eklemlerine yayıldığı ortaya çıktı. Ne yazık ki oğlunuzun iki aylık bir ömrü kalmış."
Nefesim kesilirken müdürün gözlerinin içine bakıyordum. Bedenim o koltukta büzüşürken titremelerim kafama bile ulaşmış, yaprak gibi oynuyordum. İki ay... Senelerdir çabaladığım tüm başarılar tamamen mezar için miydi?
"Ama üniversite sınavı altı ay sonra. En azından sınava kadar bir şey yapamaz mıyız, bu kadar eğitim çöp mü olacak?" Annemin sorusuyla başımı yere eğdim.
Ölmek istemiyorum ki ben...
"Hanımefendi sanırım anlamadınız; oğlunuz iki ay sonra, belki de daha yakın bir vakitte ölecek. Biraz şoka girin isterseniz." Müdürün sözlerine rağmen annem bıkkın bir nefes aldı.
"Ne olmuş yani? Herkes ölüyor."
Herkes ölüyor? Ben daha çok gencim, çocuğum. Yağmurlarda oynamamış, hiç parka gitmemiş, oyuncak almamış, doğum günüsü kutlanmamış çocuğum.
"Lise mezunu bile olmadan ölmesi çok saçma olur."
"Sayın Baha Haznedaroğullar, mezarda diploma sormuyorlar." Kanayan burnum için mendil uzatan da yanımda olduğunu gösteren de müdürden başkası değildi. Mendili burnuma tutarken babamı dinliyordum;
"Mezarda sormazlar, ama magazin sorar. Oğlunuzu o kadar eğittiniz, bir mezar için mi? ve daha nice soru."
Başımı çevirip babama baktığımda bana bakmaya gerek duymuyorlardı bile. Müdür derin bir nefes aldığında tekrar başımı eğdim.
"Hasta bir çocuğu okulumda daha fazla tutamam, İlker; çalışanlarımız tüm eşyalarını toparladılar. Ailenin evine ya da istersen sana açacağımız bir otele gidebilirsin." Müdürün ebeveynlerimden pes edip bana dönmesiyle duruşumu dikleştirdim.
"Onu bir yere salmayız. Madem ölecek, en azından iyi birer ebeveyn gibi gözükelim. Bizimle eve gelir." Annemin sözleri sanki hiç darbe almamış kalbime öfkelenen hüznüm tekmeler atıyordu.
"Siz nasıl isterseniz efendim," dedim ellerime bakarken. Siz nasıl isterseniz öyle yaşadım, öyle de ölürüm.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
İlker -Erkek Versiyon
القصة القصيرةİnsan kendi öz ailesine yabancı olur, adım attığı yerlerden korkar mıydı? Ben korkuyordum; ebeveynlerime yaklaşmaktan, abilerime bakmaktan. Çünkü onlara karşı birer yabancıdan başka bir şey değilim. -Karışmış bebek hikâyesi değil, on yedi yıllık ömr...