Biliyor musunuz, yaşamak için nefes almalıyız.
Evet, şimdi cümleyi tekrar okuyun.
Hayat çok acımasız kızlaarr...
VERA KARACA
"Kimsin sen?" Saklandığım yerden çıkmadan kendi kendime mırıldandığımda, kim olduğunu öğrenmek için takip ettiğim şahısla aramızda üç blok yokmuş gibi duymasından endişelenerek yaslandığım duvara daha da sindim. Onu görmeliydim.
Neden mi?
Aslında olay baya karışıktı.
Bir haftadır dışarı adım atmıyordum. Sonunda evde erzağım bittiğinde kendimi yaşıyormuş gibi görünen ölü denizine atmak zorunda kalmıştım. Hayır, bu kesinlikle abartı değildi. Herkesin siyahlar içinde olmasının ne gibi bir nedeni olabilirdi ki? İzmir sönemezdi. Sanki Matem sezonunun ortasındaymışız gibi herkes yağan yağmur yüzünden ayaklarına bakarak yürüyordu. Siyahlar içinde. Sokaktaki tek renk trafik ışıklarıydı.
Neyse.
Alışveriş yapmadan önce mis gibi kahve kokusuna dayanamayıp kendimi köşedeki kafede bulmuştum. İçeri girdiğimde de sırada sadece bir kişi vardı.
Siyah, Harley-Davidson deri ceketi, botları ve aynı renk kot pantolonuyla karşımda sırtı dönük duruyordu. Yüzünü görmemiştim. Saçları Kuzgun karasıydı. Pasparlak ve yumuşacık duruyordu. Boyu bir hayli uzun ve omuzları, görüş açımı kapatacak kadar genişti.
Beni bir şekilde kendine çeken şey kesinlikle bunlar değildi. Ceketinin arkasındaki kocaman semboldü. Kendi kuyruğunu yutan yılan. Ouroboros. Daha sonra dikkatimi çeken şey ise karton bardağın üzerindeki isimdi. Yalın.
Ouroboros, sol göğsümün biraz üzerine, kalıcı bir dövmeyle kazınmıştı. Bir ay önce duşa girmeden önce fark etmiştim. Yamuk yumuktu ve aceleye geldiği belliydi. Küçüktü, kırmızı mürekkeple yapılmıştı. Zor fark etmem normaldi ama ne zaman ve nasıl olduğunu hatırlamıyordum. Vefa'nın ölümünden beri bir şeyler düzgün gitmiyordu. Bu normal değildi çünkü dövmeden nefret ederdim.
Tam olarak üç ay, bir hafta ve iki gün olmuştu.
Doksan dokuz gün.
Onun ölümünden sonraki iki hafta tamamen bulanıktı. Evdeki rom koleksiyonunu mahvedecek kadar içtiğim dışında pek bir şey hatırlamıyordum. Sadece evdeydim ve tamamen yalnızdım. Bana acıyıp arada bir yemek getirip çenesi düşen birkaç komşum dışında.
Yani hatırlamıyordum.
Yaslandığım duvardan ayrılıp yol boyunca cadde kenarından yürüdüm. Uykum vardı, kalbimin hemen üzerindeki uyuşmuş sancıyı hissediyordum ama iyiydim. Yaşıyordum.
Siktiğimin hayatı.
Adamın izini kaybettiğimi düşünerek omuzlarım düşerken bakışlarım sokakları analiz etmeye devam ediyordu.
Gitmişti.
Kendi kendime gülerek yürümeye devam ettim. Evim aksi yönde kalmıştı ama umurumda değildi. Kordonda oturmak iyi gelebilirdi. Orayı seviyordum. Deniz eskisi gibi kokmuyordu, yağmur yağıyordu, martılar görünmüyordu ve sıcacık gevrekler çoktan bitmişti ama seviyordum. Sonuçta hala aynı yerdi değil mi?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kuzgun ve Tilki
Roman pour Adolescents• "Bir varmış bir yokmuş, bir gün kuzgun ve tilki aynı karanlık çukura düşmüş. Ya ikisi ölecekmiş, ya da çukurdan beraber çıkacaklarmış..." (Gerilim müziğiiii)