2. bölüm: Ajanlık ve ben mi?

35 10 4
                                    

O facialı bir dünün ardından bugün sakin geçiyordu. Herhangi bir sorun çıkarmamıştım, çıkmamıştı.
Şimdiyse atın üzerinde bir orman gezisi yapıyordum. Biraz gezinti fikri aklıma yattığı için hiç üşenmeden Atımı ahırdan çıkarmıştım ve ormanda gerçek anlamda at koşturuyordum.
Susadığım için, hem de atımın yorulduğunu düşünerek dizginleri hafifçe çektim ve kendimi geriye verdim.
At yavaşlarken eşyalarımı bıraktığımm ağacın önüne gelmiştim. Dizginleri eşit şekilde çektiğimdeyse at tamamen durmuştu. Attan inmek için sağ ayağımı ilk önce üzengiden yavaşça çıkardım. Daha sonra dizginleri kontrollü bir şekilde ellerimde tutarak sağ bacağımı atın arkasından sol tarafa geçirdim. Son olarak ise dizlerimi hafifçe bükerek yumuşak bir iniş yaptım. Bunları uygularken, aynı zamanda dizginleri bırakmıyor, atın hareket etmesini engelliyordum.
Atı güvenli bulduğum bir ağaca bağladıktan sonra eşyalarımı bıraktığım ağacın altına geçip oturdum. Su matarasını sırt çantamdan çıkararak kapağını açtım, daha sonra kafama dikerek kanakana içmeye başladım.
O sarayda muhafızlar olmadan bir yere gidemezdim fakat babamın da izniyle ormana tek başıma gelebiliyordum. En azından bunu yapabilecek kadar özgür bir kadındım.
Sırt çantamın yanındaki meyve sepetini açıp içinden birkaç tane çilek çıkardım. Çilekleri su mataram sayesinde yıkayarak yemeye koyuldum. Bu meyveleri ne kadar saray çalışanları yıkasada hava serin olduğu için at ile de hızlı bir yolculuk yaptığımızdan dolayı rüzgâr fazlasıyla tozları sepetin içine uçurmuş olmalıydı. Ben de kendimce hastalanma oranımı sıfıra indirmeye çalışıyordum.
İlkbahar gelmiş, çiçekler tomurcuklanmıştı.. Yaz mevsiminde doğduğum için yaz benim için her şey demekti.
Havalar ısındığından orman gezintilerim artacaktı ve ben tek başıma daha fazla zaman geçirecektim. İşte bu bulunmaz bir nimetti.
-
Muhafızları geçerek saraya girdiğimde çok yorulmuştum. Çileklerimi yedikten sonra biraz daha orada kalmış, at olmadan yürüyüş yapmıştım. Daha sonra fazla geç olmadan atı bağladığım ağaçtan çözüp saray yoluna koyulmuştum.
Yaklaşık 1 saatin sonunda saraya varabilmiştim. Bunun mutluluğunu yaşayarak neşe içinde sarayın avlusuna geldim. Tabi bu mutluluğumda uzun sürmedi çünkü maya endişeli bir şekilde yanıma koştu.
" majesteleri," dedi nefes nefese." Kralımız ve kraliçemiz sizi ve kardeşlerinizi hemen toplantı odasında bekliyor." Diyerek duraksadı. Sarayın her yerinde beni aradığı için haliyle yarışmaya katılan bir koşucunun yorgunluğuna sahipti.
Bu hali benim gülümsememi sağladı. Gülümseyerek attan indim ve atın dizginlerini ona uzattım. " sen atımı alarak ahıra götür. Kendi bölümüne bağla ve bana güzel bir atıştırmalık hazırla" dedikten sonra yanından yavaşça geçerek saraya doğru ilerledim.
Bakalım yine majesteleri neler planlıyor?
Toplantı odasına girdiğimde tüm ailem buradaydı. Şaşırtıcı bir şekilde Arthur da annemin yanında oturuyordu. Toplantı odası genellikle bizim ciddi olduğumuz bir yer olduğu için dizlerimi hafifçe bükerek aileme selam verdim. Beni acil olarak Çağırdıkları için üzerimde binici kıyafetleri varken yürüyerek en büyük abim olan Kelvin'in yanındaki yerimi almıştım.
konu nedir baba?" Deyip Sessizliği bıçak gibi kesen kişi ben oldum. Burada neler olduğunu tek merak eden kişi ben miyim? Babam bizi acil bir şekilde çağırıyorsa ben bu işin altında bir şey ararım.
" evet." Diye konuşmaya başladı babam. " bu seferki yapacağımız toplantı, diğerlerinden çok farklı olacak. Daha önemli, riskli ve entrikalı olacak."
Entrika? Göbek adımdır kendisi.
" sayris."
Sayris, burayı biliyordum. Sadece su elementine hükmedebilen bir krallıktı. İçinde yaşayan halk da dahil tüm kraliyet üyeleri sadece suya hükmede biliyorlardı.
"Tadro"
Tadro ise toprağa yönetiyorlardı. Diğer Krallık gibi, bu krallıkta da sadece toprak elementi hakimdi.
"Altranis"
Altranis: o krallık ise beni en çok cezbeden krallıktı çünkü ateşe hükmede biliyorlardı. Hep oraya gitmek ve sonsuza dek orada yaşamak istemiştim. Ancak bizim krallığımızın özelliği ise her türden element kullanıcılarının burada yaşayabilmesiydi. Evet, hem aile üyelerim, hem de halkımız bir çok element kullanıcılarıydılar. Ateşe, suya, havaya ve toprağa ayrı ayrı kişiler yönetiyordu. bu ise daha yaşanılabilir bir yer olmasına sebep oluyordu.
"Havans"
Buda anlayacağınız üzere sadece havayı yönetebilen bir krallıktı. Babam bunları bize neden anlatıyor bilemiyorum fakat içimden bir ses hiç iyi şeylerin olmadığını söylüyordu.
" her birinizin bu krallıklar hakkında bilgi sahibi olduğunu biliyorum. Ancak şimdi anlatacağım şeyler sizi korkutacak, heyecanlandıracak belki de rahatsız edecek. Fakat beni sonuna kadar dinlemelisiniz." Diyen babam sıkıntılı bir nefes verip bize baktı. Sessizliğimiz onun için bir onay belirtisi olduğu için sözlerine ağır ağır devam etti. " hepiniz kendi elementlerinizin hakim olduğu krallıklara ajan olarak gönderileceksiniz. Gönderilmenizin asıl sebebi, bu dört krallık arasında yapılacak olan savaşı engellemek."
Ne yani, şimdi ben ajan mı olacaktım? Ajanlık ve ben, ajanlık ve ben, ajanlık ve ben mi? İkimiz aynı ortamlarda bile bulunamazdık. Olmazdı, kesinlikle olmazdı.
" savaş mı?" Diye çok mantıklı bir soru sordu Felix sanki bu ajanlık işini ciddi ciddi düşünüyormuş gibi. Gerçekten bir ajan olmayı düşünmüyordu değil mi? Düşünmezdi, o hep mantıklı olanı yapardı"
" evet. Hangi element daha güçlü bunun tartışmasını yapıyorlar. Kendi çaplarında bir savaş ilan ediyorlar ve birbirlerine karşı elementlerini sunuyorlar." Diyerek yüzünü ovuşturan babam arkasına yaslandı. Yorgun ve bitkin bir haldeydi. Sanki tüm gece uyumamış gibi göz altları morluklarla doluydu. Babamı böyle görmeye hiç alışık olmadığım için tuhaf bir his içimi kapladı.
" savaş ilan ediyorlarsa, konu buraya da sıçramaz mı? Yani savaş buraya kadar gelmez mi?" Dediğimde çok merak ettiğim bir soruyu sormuştum. Eğer savaş ilan ediyorlarsa, biz de savaşa dahil olmaz mıydık? Neden engel olmaya çalışıyorduk? Anlamadığım konu buydu. Bir de şu ajanlık işi, beni yiyip bitiriyordu. Ajanlık bana göre değildi ki, benim tek düşünmek istediğim güzel orman gezintilerimken neden ajan olarak bir krallığa gidip kendimi harap edeyim?
Ben sarayımda, avlumda ve ormanımda çok mutluyum. Yaklaşmasınlar bana.
Çok mantıklı bir soru sormuş olmalıyım ki, babam yerinde dikleşerek hepimize kararlı gözlerle baktı. " evet. Böyle bir şey olabilirdi fakat ben izin vermedim. Biliyorsunuz ki bizi gören kişilerin sayısı çok az. Halkımız bile bizi belki de hiç tanımıyor. Sizleri de bu nedenle gönderiyorum. Beni ve annenizi bir ila iki kez gördüler fakat sizi hiç görmediler. Hiçbir şekilde tanınmazsınız. Beni anlıyorsunuz, değil mi?" Dedikten sonra bizi incelemeye aldı. Maalesef ki haklıydı. Ajan olarak gidersek bir şekilde onların dikkatini kendi üzerimize çeker, savaşın zamanının gecikmesini sağlardık. Bizleri hiç tanımadıkları için bunu yapmamız bizim için çocuk oyuncağıydı.
Yine de böyle bir şeyi kabul etmek istemiyorum. Ben ajan olmak istemiyorum. Ben daha kendi eğitimlerimde zorlanırken, ajanlık hiç yapamazdım. Kendimi hemen ele verirdim. Buda kardeşlerimin daha çok zorlanmasına sebep olurdu. Ben başlı başına bir belaydım. Bu işe hiç girişmemeliydim.
" yapabileceğime inanıyor musun baba?" Babamdan bir onay bekliyordum çünkü o bana inanıyorsa ben de başarabilirim çünkü bu zamanlara gelmemi sağlayan oydu.
Başını salladı, gülümsedi. "Fazlasıyla" dedi içten bir sesle. "Fazlasıyla bu işi başarabileceğine inanıyorum kızım."
Anneme baktım, durgun gözlerle yerdeki fayansları inceliyordu. Endişeleniyor, fakat dile getirip bizi üzmek istemiyordu. Onu da anlıyordum çünkü dört çocuğunu da riskli bir yere göndermek istemiyordu. Annemle konuşacağıma dair kendime bir söz vererek diğer kardeşlerime baktım. Onların da onayı gerekliydi.
Babam, "kabul ediyor musunuz çocuklar" deyince sakin bir şekilde cevaplarını beklemeye başladık"
"Kabul ediyorum" Diyen Felix'ti.
"Ben de kabul ediyorum," dedi Kelvin.
Tüm bakışlar Arthur'u bulduğunda derin bir soluk bıraktı. Ergence tavırlarının aksine o bir şeyleri iki kez düşünür ve sonra karar verirdi. Bu sebeple aramızdaki en ağır başlı kişi oydu.
"Ben de kabul ediyorum baba" dedi kararlılıkla." Sen bizi hiç düşünme. Biz kendi başımızın çaresine bakabiliriz." Deyince ben bakamam demek istedim. Demek istedim ama demedim çünkü bu ciddiliği şu an bozacak durumda değildim.
" o halde şimdi gidip dinlenin. Yarın sabah hepiniz avluda hazır olarak gitmek için bizi bekleyeceksiniz. Anlaşıldı mı."
Hepimiz onaylayan sesler çıkararak ayaklandık. Aynı şekilde dizlerimizi bükerek selam verdik ve toplantı odasından sessizce ayrıldık.
Bakalım bu olaylı aylarda neler yaşayacağız?

SAKLI TAÇHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin