Bölüm 35: Kuğunun Son Çırpınışı

3.6K 286 669
                                    

Bölüm 35: Kuğunun Son Çırpınışı

Öldürülmediğime şaşırmamıştım. Ama öldürülmeyi umuyordum.

Aldığım her nefes, mühürlendiğine inandığım kaderimden sahip olmadığım anları çalan bir suikastçı gibiydi. Zihnim, yaşam ve ölümün parmaklarına birbirine geçirmiş, ağır hareketlerle dans ettiği, çığlıklar ve kılıç çınlamalarından oluşan kaotik bir senfoniden ibaretti. Bir hayalet gibi hissediyordum. Ayaklarımın altındaki zemin soğuk ve ıslaktı. Aldığım canların, parçaladığım bedenlerin kanıyla ıslanmıştı.

Bir fedakarlıkta bulunmuştum. Arzulamadığım, istemediğim ama yapmak zorunda olduğum bir fedakarlıktı. Sonucunda ölümümü göze aldığım bir fedakarlıktı. Ancak kaderin başka planları vardı; beni yaşayanlar diyarına bağlı, kendi hatalarımın esiri olarak tutuyordu. Küllerle dolu bir dünyada hayatta kalan tek kişi gibi hissediyordum. Düşüncelerimin arasında kaybolmuşken attığım her adımın son olmasını umut ediyordum. Ancak ölümü yakalamak zordu. Ölüm benimle alay edercesine, acımasız oyununu oynamaya devam edecekti ve beni hikayemin henüz bitmediğine dair unutulmaz farkındalıkla boğuşmak zorunda bırakacaktı.

Gümüş Saray'ın derinliklerinde, yaşamın ve ışığın gömüldüğü, terkedilmiş bir zindan yatıyordu. Umutsuzluğun ve gölgelerin diyarı... Hava, asırlık taşların ve kalıcı ölümün kokusunu taşıyan nemli bir soğukla ağırlaşmıştı. Titreşen meşale ışığı soğuk, nemli duvarlar boyunca dans ediyor, ölüme bırakılmış mahkumların ve kayıp ruhların hikayelerini fısıldar gibi dalgalı gölgeler oluşturuyordu.

Koridorlar iki tarafa uzanıyordu. Zamanla paslanmış demir çubuklar geçitlere dizilmişti. Her hücre tek kişi için tasarlanmıştı. Birden fazlasını alacak kadar geniş olmalarına rağmen anlaşılan bunu tercih etmiyorlardı. Euria Vaseva, her tutsağının ayrı kalmasını istiyor olmalıydı. Bileğime takılı zincirler, boyun eğmez, başı dik ruhumun esir düşmüş kalıntıları olarak taş zeminde yumuşak bir şekilde tıngırdadı.

Zindan bir hapishaneden daha fazlasıydı; umudun öldüğü bir yerdi.

Gölgeli hücrelerden benimle bitişik olanda, tıpkı benim gibi bacaklarını kendine çekmiş, ürkek bir figür oturuyordu. Zindanın ıssızlığının ortasında varlığı neredeyse yersiz görünen bir kızdı bu.

Altın buklelerden bir çağlayan olan saçları, karanlıktaki loş meşale ışığında bile güneş ışığı gibi parlıyordu. Her bir dalgalı, hatta neredeyse kıvırcık denebilecek saç teli ufak ışık parıltılarını yakalıyor, başının etrafında bir hale etkisi yaratıyor ve umutsuzluğun güç bulduğu bu zindanda onu başka bir diyardan gelmiş gibi gösteriyordu. Nazik ışıltısı, ruhani açık teni büyüleyici görünüyordu.

Dış görünüşü ilk başta bana Cyra'yı andırsa da, yüzünü döndüğünde o olmadığını anladım. Bu kızın kim olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu. Toprağın en bereketli halini yansıtan kahverengi gözlerinde tatlı bir samimiyet yatıyordu. Onu hapseden demirlerle ve soğuk taş duvarlarla mükemmel bir zıtlık içindeydi. Gözlerinde henüz kırılmamış hayallerin yansıması ve zindanın bunaltıcı karanlığı tarafından ezilmemiş bir ruh görülebiliyordu. Saçlarına örülmüş kuru çiçekler, zindanın kasvetliliğine dış dünyanın güzelliğine bir dokunuş katıyordu. Ormanın papatyaları, menekşeleri, kır çiçekleri saçlarına dolanmış, zindanın acımasız ve çorak doğasına meydan okuyordu.

Tıpkı benim gibi hapsolmuş zincirlenmiş olmasına rağmen dingin bir havası vardı, tavrı sakindi. Neredeyse doğaüstü görünen bir zarafetle hareket ediyordu. Sanki karanlık onun saflığını lekelemeye cesaret edemiyormuş gibi, kumaşı narin ve tertemiz, sade, dökümlü bir elbise giymişti. Yumuşak fildişi rengindeki elbise, zarif çiçek desenleriyle süslüydü ve onun doğayla ve zindan duvarlarının ötesindeki yaşamla olan bağını daha da vurguluyordu.

''Merhaba,'' diye fısıldadı gülümseyerek ona baktığımı fark ettiğinde. ''Sonunda uyandın.''

Boğazım kupkuruydu. Omzumdan akan kan yerleri de boyamıştı ama bir şekilde yarayı kapatmayı başarmışlardı. Başım, daha önce hiç hissetmediğim kadar güçlü bir şiddetle ağrıyordu. Konuşmadan önce birkaç kere yutkunmam gerekti. ''Gümüş Saray'ın zindanlarındayız değil mi?'' diye sordum zar zor.

Altın bukleli kız başını salladı. ''Evet.''

''Bizden başka kimse geldi mi?''

Başıyla ikimizin karşısında duran hücreyi işaret etti. O sırada hücrede yatan mavi saçları fark ettim. Bu Nori'ydi ama kendinde değildi. ''Sanırım onu fazla sarstılar,'' dedi kız düşünceli düşünceli. ''Sürekli Andros'un adını haykırdığı için en sonunda kafasına vurarak bayılttılar. Ama sen daha sakindin,'' dedi yeniden gülümseyerek. Sözlerinde ve tavrında, insanın içini ısıtan bir şeyler vardı. Samimiyetini tüm bedenimde hissedebiliyordum.

''Ne kadardır buradasın?'' diye sordum merakla. Uzun süredir zindanda kalmış, nöbet düzenlerini, öğünleri, Euria'nın ziyaretlerini ezberlemiş biri oldukça işime yarayabilirdi.

Kız hafifçe kafasını yana yatırdı ve düşündü. ''Sanırım iki hafta falan oldu. Burada günleri saymak biraz zor oluyor.''

Anlayışla başımı salladım. ''Seni suçlayamam.''

''Eee,'' dedi kız merakla aramızdaki demir parmaklıklara yaklaşıp narin parmaklarını etrafına sararak. ''Adın ne?''

''Saige,'' diye yanıtladım iç çekerek.

Bir anda gözleri kocaman açıldı. ''Seni duymuştum!'' dedi bir anda neşeyle. ''İmparatorluğun Elçisi!''

''Evet.''

''Beni aradığını da duymuştum,'' diye ekledi ardından.

Bir anda tüylerim diken diken oldu. Bu da ne demekti böyle?  Kahin'in Kairon olduğu konusunda yanılmış mıydım yoksa? Kâhin bu kız mıydı? Kaşlarımı çattım ve ciddiyetle olduğum yerde doğruldum. ''Sen kimsin?'' diye sordum dikkatle.

Gözlerimin içine bakarken kahverengi gözlerini kırpıştırdı. ''Adım Lin,'' dedi. ''Diyarların Yazarı'yım.''

Yayımlanan bölümlerin sonuna geldiniz.

⏰ Son güncelleme: Jul 26 ⏰

Yeni bölümlerden haberdar olmak için bu hikayeyi Kütüphanenize ekleyin!

İmparatorluğun Kılıcı (Wisteria 3)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin