Bölüm şarkısı-Yüreğin bir daha küçülemez -bir ara çok dinlediğim bir şarkıydı :)-
***
Helin Karaylı'nın ağzından...
Gözlerimi açtığımda minik bir evde olduğumu anlamam zor olmamıştı. Şu yaşayan ölü denen kişi gölete gelmemi söylemişti ama sanırım beni bayıltmıştı. Güçlükte yattığım sert divandan kalkıp gücüm yettiğince bağırdım.
"Kimsin? Neredesin!"
Üşüyordum çünkü bir şelalenin yanındaydık ve şelale etkisi ile rüzgar sert esiyordu. Bir de üzerimde hırka olmaması da etkiliyordu sanırım. Yerdeki not dikkatimi çekti hareketle ısınmaya çalışırken. Hadi ama! Bu notlardan gına geldi!
"Ah, biliyorum beni görmeyi bekliyordun ama üzgünüm. Sanırım bunun için daha erken. Bu sorununu aptalca düşünmek ve bir sonuca ulaşamayınca çıldırmak yerine dışarıdaki şelale ve ağaçların kokusunu içine çekmeye ne dersin?
-Divanın kol kısmına bir ceket koydum. Biliyorum, biliyorum çok düşünceliyim-
Neyse bir daha ki notta görüşürüz! Belki de yüz yüze?"
İçimden bu adama söverken eski, aynı köylerdeki gibi olan minik ve perdesiz pencereden dışarı baktım. Gündüz olmasına rağmen mükemmeldi. Sanki bir köy evindeydik. Hayatımda böyle bir manzara görmediğime adımın Helin olduğu kadar emindim.
Dışarı çıkmak için önce divanın yanından uzun ve kollarının bana büyük geleceği kesin olan ceketi kollarımdan geçirdim. Tahminim doğruydu, büyük gelmişti. Pencereninki gibi yine tahtaya benzer bir şeyden yapılan kapıya doğru yürüdüm ve kolunu çektim. Yere sürtündüğü için kulak tırmalayıcı bir ses çıkarmıştı. Bu yüzden yüzümü ekşittim ama kapı tamamen açıldığında yüzümün ekşimesinin yerini her zamanki ifadem aldı.
Kollarımı göğsümde birleştirip evin basamağından dışarıdaki nemli toprağa adımımı attım.
Şu an nedensizce kamp alanına gitmekten çok buranın tadını çıkarmak istiyordum. İnsan hayatında kaç kere bu kadar eşsiz bir manzara ile baş başa kalabilir ki? Hele de konu bensem. Ayağıma giydiğim terlikleri çıkartıp -kamptayız, spor ayakkabı giyemezdim herhalde?- Şelalenin bittiği kısıma doğru ayağımı uzattım ve suyun çivi soğuna aldırmamaya çalışarak oturdum. Ne kadar kış ayında da olsak öğlenleri ister istemez az da olsa güneş oluyordu. Üzerime şelaleden minik su damlacıkları gelmeye başlamıştı ama rahatsız edici değildi, bu yüzden irkilmedim ya da çekinmedim. Can ile etiğimiz kavgadan sonra hiç görüşmedik. Sabah erkenden gölete geldim çünkü. Ellerimi hafiften geriye koyduğumda elimin hemen altında bir kağıt parçası olduğunu hissettim.
"Haberin olsun diye söyleyeyim, Can ve arkadaşları yana döne seni arıyor. Onlara üzerinde H ve C harfinin kazılı olduğu ağacı bulup gelmelerini söyledim ikinci notta. İlkinde ise şelaleyi bulmaları için bir bilmece... Neden mi H ve C? Sen ve Can'ın baş harfleri, hem siz... Birbirinizi seviyorsunuz... Bu açıkça belli. Biliyorum çok sinirlendin ama sen de ara bence şu ağacı. En azından bir yerde birleşirsiniz?"
-Ararken dikkat et, ilerideki yol çok taşlı-"
Yazısını okuduğumda hışımla ayağa kalktım ve elimdeki notu buruşturup şelaleye fırlattım. Ardından terliklerimi bile giymeden koşmaya ve gördüğüm bütün ağaçlara bakmaya başladım. Nedense beni aradıklarını öğrendiğimde eksiklenmiştim. Sonuçta Can'la daha dün tartışmıştık ve o benim ufacık yokluğumda telaşlanmış, arkadaşları ile beni aramaya başlamıştı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Gökkuşağı
Teen Fictionİnsanların karakterleri birbirinden farklıdır fakat bazı insanların mıknatısın zıt kutupları misali tamamen farklıdır. Bu milyonlarca özel kişiden sadece ikisinin karakterleri de birbirinden tamamen farklı... Can sabah doğan güneş gibi gül...