Gösterinin bittiğini, başka bir gösterinin başlayacağını anladığım zaman giyinme odalarına gittim. Ece'yi buldum. Şiir okuyacaklarmış bu yüzden yanımızda getirdiğimiz beyaz t-shirt ve kot pantolonunu giydirdim. Ben giydirirken acele acele:
"Abla biriyle tanıştım adı Meriç çok tatlı biri buradan çıkışta parka gitmek istiyoruz. Tabii önce o da abisinden izin alacak."
"Hayatta olmaz Ece, biliyorsun annemi ve ayrıca buradan çıktığımızda saat 7-7 buçuk olacak. Buna ben de izin vermem annem de. Hem tanıştığın çocuğun nasıl biri olduğunu bilmiyoruz. Sizin şiir sıranıza daha var (Bize gösteri sırasını verdikler için biliyordum.) Tanıştır bakalım bizi Meriç'le, ondan sonra anneden izni koparırsak tamam" dedim ve yanağından makas aldım, çok azıcık tebessüm ettim.
"Yaşa be canım ablam!"
"Henüz izin verdiğimi söylemedim" Sonuçta annemden izin almak öyle kolay değildi. Ya çocuk bir organ mafyasının oğluysa? Ya bizi kaçırırlarsa? Ya bıçaklarsa? Gibi düşünceler satın alma merkezi benim annem. Ne olursa olsun şansımı denemek istedim. Belki izin verebilirdi. Böylece Ece parkta arkadaşıyla stresini felan da atmış olurdu. Annemi aradım. Bir kere çaldıktan hemen sonra açmıştı.
"Alo, kızım? Birşey mi oldu yoksa ?"
"Hayır, anne hiç birşey olmadı. Ben sana şey diyecektim ıı şey, anne Ece bir arkadaşıyla gösteriden sonra parka gitmek istiyor. İzin veriyor musun?
"Hmm neymiş bakalım bu arkadaşın adı?"
"Me-Meriç'miş" deyince aklıma Kötü Çocuk geldi ve azıcık gülümsedim.
"Kızım ben okuldaki herkesi tanıyorum tabii ki Meriç'i de tanıyorum. Çok iyi biridir götürebilirsin Ece'yi onunla birlikte parka, hatta bir abisi var kızım her toplantısına geliyor Meriç'in. O derece ilgili ve çok iyi biri ya-...
"Sonuç olarak" deyiverdim lafını bölerek.
"Götürebilirsin bir tanem." deyince bayağı bayağı şaşırdığımı belli etmeyerek:
"Meriç'in abisini övmen bittiyse tamam görüşürüz" dedim ve telefonu kapattım. Ece'ye dönüp ve biraz üzgün bir ifade takınıp:
"Üzgünüm Ecem (ona bazen Ecem derim) annen izin vermedi" dedim.
"Of neden ama hem eğleniriz orada" dedi dudaklarını büzerek.
"Şaka yaptım!" dedim bağırarak ama pek gülümsemeden. Zaten çok nadir gülümserim, o da sadece Ece'nin yanında. Ece gözlerini kapatıp derin bir nefes verdi ve kucağıma atladı.
"Of Helin ya of yüreğim ağzıma geldi senin yüzünden gıcık, pislik, sinir" diye bağırırken kucağımda bana birkaç canımı acıtmayan yumruk atıyordu. Bir süre sonra tamamen sakinleşince:
"Canım ablam benim, seni çok seviyorum " dedi ve öpmeye başladı yanaklarımdan. Öpülmekten nefret ettiğim ve bu kuralımın Ece için de geçerli olduğunu belli etmek için Ece'yi kucağımdan indirdim. Yüzündeki gülümseme solmuştu ama sevmiyordum ne yapayım?
"Hadi sıran gelmek üzere sen git şiirini oku sonra oturduğum yere gel. Yan taraftaki parka gidelim." Ece'nin kendini biraz suçlu hissetmesi üzerine iddiaya girebilirdim. Ama ben böyleyim. Sevmiyorum aşkımları, cicimleri... Başıyla onayladıktan sonra koşarak kalpli sahneye çıktı. Bende yerime oturdum.
Bir süre sonra oturmanın donmam açısından dezavantaj olabileceğini farkettim ve ayağa kalkıp dolaşmaya başladım. Aslında çok sakin olabilecek bir yerde şenlik yapmaları ne kadarda saçma. Her yer yemyeşil tabii sahneye giden platformdaki mozaikleri taşlı olan mermerleri saymazsak. Bir gölletin olduğu yere yöneldim. Bu havada eminim buz gibidir o su. Üstünde de hafif yokuşu andıran minicik tahtadan bir köprü vardı. Köprünün karşısına geçtiğimde gördüğüm manzara karşısında şaşırmıştım. Neredeyse tüm Bursa ayaklarımın altındaydı. Bu güzel manzarayı çeşitli ışıklandırmalarla, seslerle ve boğucu bir sahneyle doldurmaları ne kadar doğru bilemiyorum. Ben olsam burayı güzel bir piknik alanı olarak kullanırdım.
Sahnede yeniden sesi berbat olan bayan sunucunun sesini duyduğumda koşarak yerime gittim. Ece kollarını göğsünde birleştirmiş bana öldürücü bakışlar atıyordu.
"Sadece dolaşmaya çıkmıştım, kanka geldim işte hemen." Kanka sözünü çok sevdiği için böyle söylemiştim.
"Tamam, affedildin. Meriç'le konuştum abisi koşarak gelebileceğini söylemiş, hadi gidelim. Parkta bizi bekliyor olmalılar."
Ece'nin bazen bu kadar çocuksu bazen bu kadar olgun ve düşünceli oluşuna akıl sır erdiremiyorum. Ece'nin giysilerinin olduğu poşeti ve benim krem rengi minik çantamı alıp Ece'nin sürüklediği parka gittim. Hava henüz kararmamıştı zaten.
Parka gittiğimizde kaydırakta kayan iki çocuk –pardon biri büyük biri küçük iki çocuk- gördüğümde Ece sanırım küçük olana el salladı. Büyük olan da abisi oluyordu sanırım. Ne abi ama! Diye düşünmeden edemedim. Abisi yanıma gelirken Meriç ve Ece koşturmaya başlamışlardı bile.
"Hey, selam! Naber?" dedi yanıma geldiğinde acele acele.
"Peşinden kovalayan biri mi var?" dedim gıcık bir şekilde ve yine baygın bakışlar atıp banka oturdum.
"Hayır yok. Sadece eğlenceli ve mutlu biriyim o kadar. Sen gibi sıkkın ve bezgin değil" dedi omuzlarını yukarıya kaldırıp. Sesi, sesi fazla çocuksuydu. Hiç ben gibi değilmiş. Gerçi şu dünyadaki Ecem dışında herkes ben gibi değil. Aslında Ece de ben gibi değil. Bir süre bunları düşündüm ve bankta mal mal oturdum.
Park tarafına doğru baktığımda Ece'nin ağlayarak kolunu tuttuğunu, Meriç'in de ona yardımcı olmaya çalıştığını görmem, bu durumu algılamam, gözlerimin hemen dolması (ama ağlamamam) ve onların yanına koşmam aynı saniyede gerçekleşmişti. Büyük olan (daha tanışamadık) çocuk arkamdan koşarak geldiğinde Ece kucağımdaydı.
"Korkma, geçti Ece birşey yok tamam mı? Neren acıyor birtanem." Nefes alma ve hıçkırma sesleri arasında bana:
"Ko-kolumu oynatamıyorum abla canım acıyor" derken de ağlıyordu. Bunları bile zar zor anladım. Büyük olan çocuk: (of adı her neyse artık)
"Kırılmış olmalı ben hemen taksi çağırayım" dedi.
"Ne duruyorsun koşsana hadi!" diye azarladım gözümden akan bir damla yaşa hakim olamayarak. Herşeye dayanabilirim ama Ece'ye asla. İğne vurulurken o ağlarsa ben de ağlarmışım küçükken.
"Artık gözümden akan yaşların sonu gelmezken Ece'yi desteklemeye çalışıyordum.
"Tamam, Ecem geçti birtanem, şimdi hastaneye gideceğiz ve hiçbir şeyin kalmayacak."
"Taksi sizi bekliyor. Gel Meriç koş hadi biz de gidiyoruz!" Sanırım bizimle geliyorlardı çünkü taksiye yürümeye başladılar biz taksiye binmişken.
"Bizimle gelmene gerek yok ben kardeşimle ilgilenirim."
"Ağlıyorsun ve sizi burada bırakmam doğru olmaz, hava kararmaya başladı zaten" dedi ve ön koltuğu açıp Meriç ile birlikte oturdu. Bense ağladığımı yeni farkettim ve gözümden akan yaşları bir elimle sildim ağlayan Ece'nin sıktığım elini bırakmadan. Havaya baktığımda masmavi havada görünen ayı değil simsiyah gökyüzünde boy gösteren dolunayı gördüm.
Birkaç dakika sonra arabadan indik ve acile geçtik. Sanırım büyük olan ödemişti ücreti diye düşünürken büyük olan (adını bir an önce öğrensem iyi olacak) kucağımdan Ece'yi aldı ve ortopediye doğru koşmaya başladı. Ben ve Meriç arkasından koştuk. Küçük olduğu için röntgen lazım değilmiş bir cihazla kırık bölgeyi bulabilirlermiş. Bu yüzden hemen doktorun yanına girdik. Doktor çocuğun yalnız kalmasının ağlamaması yönünden çok iyi olabileceğini söyledi. Biz de odadan çıktık.
"Böyle tanışmayı istemezdim ama olsun, ben Can" dedi başını öne eğip ve kaşıyıp.
"Helin" dedim gayet düz bir şekilde. Moralim bozuktu. Bu sırada annemin hiç aramadığını farkettim. Telefonuma baktım. Kahretsin! Kapanmıştı.
"Telefonunu kullanabilir miyim?" dedim. Sesim kısık ve güçsüz çıkmıştı. Bir süre sonra kapının diğer ucundan gelen ağlama seslerini duydum. Duymam ve yere, dizlerimin üstüne çöküp ağlamaya başlamam bir oldu.
"Ağlama artık, iyileşecek Ece. Ben annene haber verdim 5 dakikaya burada olurlar ama sen ağlama, lütfen" dedi. Önemsemedim dediklerini.
Aklımda hep dolaşan tek bir düşünce vardı: Ece'ye göre bu kadar güzel giden bir günün park faciasıyla sonlanması kadar bir saçmalık olabilir miydi?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Gökkuşağı
Teen Fictionİnsanların karakterleri birbirinden farklıdır fakat bazı insanların mıknatısın zıt kutupları misali tamamen farklıdır. Bu milyonlarca özel kişiden sadece ikisinin karakterleri de birbirinden tamamen farklı... Can sabah doğan güneş gibi gül...