Bölüm 1.01

14K 602 171
                                    

Herkese merhaba!

Birinci bölümün birinci kısmına hoş geldiniz. Çoğu kişinin bu bölümden sonra vazgeçtiğini gördüğüm için bir şeyler yazmak istedim. Okuyanlara genel birgidir, olaylar buradaki gibi hüzünlü şekilde devm etmiyor. Bölüm 1.02 sonrasında normal bir hal alıyor. :) Yani okumaktan vazgeçmeyin, ileride her şey güzel olacak. :)

İyi okumalar...

Aredhel Elanesse

*********************

Sanırım artık hiçbir şey düşünemiyordum. Ayaklarımın bağı çözülecekmiş gibiydi ama hala ayaktaydım. Aklım, kalbim, bedenim ve ruhum farklı tepkiler içerisindeydi. Belki başka parçalara da bölünmüştüm ama farkında değildim. Bilmiyordum.

Sanırım bunu biliyordum ya da hissetmiştim ama kendime itiraf etmek istemiyordum. En başından beri her şeyin farkındaydım ama ben iyi bir yalancıydım. Kendimi inandırabilecek kadar iyi!

Bir buçuk saattir yoldaydık. Yazlık evden gelmemiz uzun sürmüştü. Normalde babamın bir saatte aldığı yolu daha da uzatmışlardı. Benim içinse hem uzun hem de kısa bir yolculuktu. Aslında ne düşündüğümü pek hatırlamıyorum ama gözümü bir kere bile kapatmamıştım. Demir daha yolun başında omzumda uyuya kalmıştı. Sanırım o omzuma yaslandığında hissettiğim ağırlık onunki değil yakında omuzlarıma çökecek sorumluluğun habercisiydi.

Evin önüne geldiğimizde müthiş bir kalabalık vardı. Aslında bir yaz günü için insanların dışarıda olması ve birlikte dolaşması normaldi ama neden bizim evimizde toplanmışlardı?

Arabadan indiğimde Demir arkamdan geliyor muydu, bilmiyorum. Dayım apartmanın girişinden bana doğru geldi. Kolunu omzuma attı ve beni kendine çekti. Aslında her zaman yaptığı bu hareketi neden bu kadar farklıydı çözemedim. Belki gerçekten anlamak istemedim. Yürüdükçe önümüzdeki dört katlı apartman daha da büyüdü. Kapısı içeri girdiğimde beni yutup ağzını kapatacak bir canavar gibi duruyordu. Yine de sükunetle ilerledim. Herkes bana bakıyordu. Neden olduğunu bilmiyorum. Açıkçası umurumda da değil.

Canavarın ağzı artık çok yakındı. Üç adım daha attım ve... Beni yuttu.

"Üzgünüm. O öldü..."

İki cümle ve topu topu üç kelimeden oluşan bir özet. Bu hayatımın nasıl değiştiğinin özeti... İşte ilk o zaman içimdeki belirgin dört parçayı ve belirgin olmayan daha nicelerini hissettim. Dayım beni kendine daha fazla çekmişti. Beni korumak istiyordu ama koruması gereken ben değildim. Ben güçlüydüm, daima öyle olacaktım. Demir neredeydi? Haberi var mıydı? Haberi varsa ne durumdaydı? Peki ya, peki ya annem?

Aklım ve kalbim çığlıklar içindeydi. Bedenim tepkisiz, ruhum kaybolmuş gibi. Aslında aklım ve kalbim bir uyum içinde gibi görünüyordu ama ikisinin çığlıkları farklı şeyler içindi. Kalbim parçalanmalar için ağlarken aklım kendimi toparlamamı söylüyordu.

Dört katı yavaşça çıktım. Okuldan eve dönerken ki gibi değil. İlk defa bir yere gidermiş gibi. Daha önce kim bilir kaç kere - sırf eğlence için - üçer beşer atlayarak saydığım basamakları bu kez teker teker saydım. Girişten ilk yarım kata kadar sekiz, sonraki her yarım kat için dokuz basamak. Toplamda yetmiş bir basamak ve sonra kapının önündeki son basamağın önünde durdum. Yetmiş biri saydıktan sonra artı bir, çok bir şey fark etmezdi belki ama fark etti. Son basamak için bir dakika bekledim ve bir saniyede onu da aştım. Tıpkı diğer yetmiş bir tanesi gibi.

Kapı alışık olmadığım şekilde sonuna kadar açıktı ve içerisi de asla görmediğim kadar kalabalık. Holü yavaşça geçip salona ulaştım. İçeride kimin olduğunu hatırlamıyorum. Gözüme çarpan tek şey bir melekti. Diğerleri onun ışığı altında puslu kalıyordu. Melek bembeyaz parlıyordu. Orada durup saatlerce ona bakabilirdim ama güzelliği sanki gözlerimi acıtıyordu. Sonra melek güzel başını yavaşça yukarı kaldırdı. Meleğin yüzüne, güzelliğine fazlaca tezat oluşturan bir hüzün hâkimdi. Kim hüzünlendirmişti onu böyle? Buna sebep olanı ellerimle parçalardım. O güzel yüz böyle görünmemeliydi. Melek bana yavaşça kollarını açtı. O anlamsız kalabalığın içinden beni kendine çağırıyordu. Beni tekrar bir bütün yapabilmek için. Bu ricaya nasıl karşı koyabilirdim? Onu nasıl reddedebilirdim? Yavaşça onun sıcak ve parıltılı kollarına yürüdüm. Otuz saniyeden kısa bir sürede kollarının arasındaydım. Kolları beni sıkıca sardı. Parçalar bir araya geliyordu sanki. Bir yap-boz gibi birleşiyorlardı. Cennet dedikleri bu olmalıydı; büyük, sonsuz bir sükûnet ve huzur. Bu kesinlikle benim cennetimdi. Fakat benim güzel meleğimin yüzü hala hüzünlüydü. Onu bir kere gülümsetebilmek için o an ömrümü vermeye hazırdım. Her şeyimi. Ne gerekiyorsa, hatta bu cenneti bile onun için feda edebilirdim. O güzel yüz bana gülümserken sonsuza dek cehennemin alevleri arasında yanabilirdim ve tek bir kere bile sesimi çıkarmazdım. Fakat olmadı, yapamadım. O hüzünlü güzel dudakları kulağıma yaklaşıp fısıldadı.

"O gitti, artık sadece üç kişiyiz."

Ve yaşlar sessizce gözlerimden kalbime aktı. Gözyaşlarımın tuzları birer asit damlası gibi kalbimin kırıklarını yaktı. Yine de aklım tekrar dağılan tüm parçalarımı susturdu. Artık tekrar bir araya gelemezlerdi ama melek için acıyı görmezden gelmeye hazırdım. Söz vermiştim.

"Merak etme anne, seni asla yalnız bırakmam."

Bu kesinlikle doğruydu. Bir meleği nasıl terk edip, yalnız başına bırakabilirdiniz ki? Bu imkânsız. Bir an ondan uzaklaştım ve sonra tekrar sarıldım. Artık o benim kollarımın arasındaydı. Rolleri değişmiş gibiydik ama ben nasıl bir melek gibi olabilirdim. Bu bir rol değişikliği değildi sadece patron tatile çıktığında yerine bakmak gibi bir şeydi. Melek şimdi hastaydı ama bir gün düzelecekti ve her şey eskisi gibi olacaktı. Yalan! Melek elbette ki düzelecekti ama hiçbir şey asla eskisi gibi olmayacaktı. İşte o an anladım; ne kadar parçalanmış olsam da, hatta küçük kıymıklara ayrılsam bile, aklım her zaman en büyük parçam olacaktı ve gözyaşlarım bir daha asla dışarı dökülmeyecekti. Bir daha asla!

Demir neredeydi? Onu hala görememiştim. O akşam onu bir daha göremedim zaten. Gece ilerledikçe insanlar odalara, koltuklara, sandalyelere, her yere dağıldılar. Kapı hala sonuna kadar açıktı ve meleğimin gözleri bir saniye olsun kapıdan ayrılmadı. O gece bir tek meleğim için bitmek bilmedi. Benim için bile daha kolaydı. Kalbim tuz ve nem yüzünden soğumaya başlamıştı. Bütün gece onun yerine acı çekebilmeyi diledim. O mutlu olduktan sonra çekeceğim acı umurumda değildi. Fakat hayatta herkes için tartılmış yeterince acı ve mutluluk vardı. Kimse kendininkinden daha fazlasını ya da başkasınınkileri alamıyordu. Yine de dua etmekten vazgeçmedim.

Sabah son vedalar yapıldı. Uzun yollar gidildi ve geri gelindi. Annemle hiç konuşmadık. Aramızdaki tek ses onun hıçkırıklarıydı. Bense sadece bir kabuktan ibarettim. Benim gibi görünen, benim gibi hareket eden, gerekirse benim gibi konuşabilen bir kabuk. Gerekmedikçe tepki vermiyor, konuşmuyordum. Tüm hislerimi bir yerde kaybetmiştim ya da unutmuştum. Önemi yoktu. Verilen sözler tutulmalıydı. Ben de öyle yaptım. Biliyorum benden nefret edecekti ama böyle olmak zorundaydım. Soğuk ve acımasız... Bir kabuk gibi... Meleğim iyileşene kadar dedim kendi kendime, meleğim iyileşene kadar. Bir gün anlayıp beni affedecek ama şimdilik böyle bir beklentim yoktu. Aslında yaptıklarımın hiç birinden bir şey beklemiyordum. Sadece mutlu olsun ve tekrar gülümsesin, benim için geri dönmese de olurdu.

Kalabalık yedi gün sürdü. Tam tamına dayanılmaz yedi gün ve gece... Kurallar yedi gün boyunca arkasından dua edilmesi yönündeydi ve biz onu yarım göndermemek için her şeyi yaptık. O'nun huzuruna başı dik çıkabilmeliydi. Bu dünyada yaptığı iyiliklere minnettar olanlar onun için arkasından dualarını yolladılar ki yaptığı iyilikler onu orada da kuşatıp kollasın.

Fakat bu kalabalık dayanılmazdı. Yapılanlar, yıllar içerisinde çoğunlukla anlamlarını yitirmişlerdi. Neredeyse kimse ne için ne yaptığının farkında değildi. Evde tam bir kargaşa vardı. Evin sahibi buralardan göçmüştü ve sahibe artık hiç bir şeyi görmüyordu. Onun gözleri artık sadece giden eşinin takip ettiği yolu gözlüyordu. Odessa'da ki gibi... Odeseus'un evindeki karmaşaya sahiptik. Kimse hiç bir şeyi umursamıyordu. Kapılar arkasından gülücükler duyuluyordu. Öfke her saniye damarlarımda kızgın kurşun gibi dolaşıyordu ama hiç birine evimizden gitmelerini söylemedim. İlaçlarımı aldım ve tekrar sakin olabilmek için bekledim. Kimsenin, özellikle de meleğimin, bu kargaşada nöbet geçiren birine ihtiyacı yoktu. Yine de neden hiçbir şey hissetmedikleri bu yeri terk etmiyorlardı? Neden bizi rahat bırakmıyorlardı? Yedi gün bu şekilde geçti. Her saniye kendime her koşulda misafirleri en iyi şekilde ağırlamanın görevimiz olduğunu hatırlatarak ve öfkemi dindirecek ilaçlarımı olabildiğince sık alarak.

Yedi günden sonra artık yalnızdık. Meleğimin dudaklarından dökülen ilk sözcükler kesinlikle doğruydu; yalnızca üç kişi kalmıştık. Asla daha fazlası olmadı ve olmayacaktı. Gözüm istemeden de olsa takvime ilişti. Takvim 18 Ağustos'u işaretlemişti.









Dolunayda ValsHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin