George yola çıktıkları andan beri sessizliğini koruyordu. Jack ise dedesinin ve şövalyelerin intikamını almak için yanıp tutuşuyor ve bunun için bir plan yapmak amacıyla George'un konuyu açmasını bekliyordu. Normalde kuzeye gitmeleri gerekirken George atını doğruya çevirdi. Günlerce sadece atlarını dinlendirecek kadar mola vererek yola devam ettiler. Dağları aştıklarında mevsim de kışa dönmüştü. Yolda rastladıkları köylerden kışlık malzemeler satın alıp yola devam ettiler.
Coğrafya değiştikçe, onların alışık olduğu ılıman Akdeniz iklimi, yerini sert ve soğuk rüzgarların estiği, gece ve gündüz arasında dondurucu bir fark olan kara iklimine bırakıyordu. Tundralarda ilerlerken yolsan uzak durarak, mümkün olduğunca tenha bölgelerde yol almaya çalışıyor ve gerekli olmadıkça kimseyle iletişime geçmiyorlardı. Haftalarca süren yolculuk onları yormuştu. Soğuk yüzünden elleri çatlamış, atların üstüne örttükleri battaniyeler bile hayvanları koruyamaz olmuştu. Bu şekilde daha fazla mesafe kat edemeyeceklerinin farkındaydılar. Bir yerde uzunca bir mola vermeleri ve hava biraz yumuşayıncaya kadar kendilerini ve bitkin düşen atlarını toparlayıp devam etmeleri gerekiyordu. Aştıkları son tepede kuş bakışı ovayı görebilecekleri bir noktada durdular.
Yolculuğa başladıkları günden bu yana hem mesafe hem de ruhen başka bir konuma ulaşmışlardı. Jack, dedesinin ölümü ardından kendisini hızla toparlamak zorunda kalmış, George'da uzun yıllar kılıç sallamak yerine kalem tutan elini ve bedenini at sırtında, tüm insani ihtiyaçlardan uzakta yeniden terbiye etmişti. Ovanın ortasında bir köy vardı. Artık ilerlemekte zorlanan atlarını o yöne sürdüler.
Köye yaklaştıklarında sanki hava ısınmıştı. Hatta köyün başlangıcı olan ilk evin bahçesindeki badem ağacının çiçek açmış olduğunu gördüklerinde Jack çok şaşırdı. Oysa George tam da bu manzarayı bekliyormuş gibi rahatlamış ve atın üzerinde daha da dikleşmiş, kendine güvenen bir duruşla sürüyordu. İlk evi geçip aradaki tarlalardan köyün merkezindeki tapınağa ilerleyen yola girince, oyun oynayan çocukları, ellerindeki çamaşırları sepetlere doldurmuş dere kenarına götüren kadınları ve genç kızları gördüler. Köy halkı onlara bakarken gülümsüyordu. Bu gülümseyişe karşılık veren Jack, üstü başı dökülen, haftalardır tıraş olamadıkları için saçları sakalları birbirine karışmış, üstlerine sardıkları kürkler ve bezlerle, bellerinden sarkan kılıçlar da eklenince son derece korkutucu olan bu iki adama bakıp gülen çocuklara ve kadınlara hayret etti.
Yolda ilerledikçe tütsü kokusu geliyordu. Sandal ağacı kokusu rahatlatıcıydı. Tapınağa yaklaştıkça sanki sıcaklık da artıyordu. Üstündeki kürk fazla gelmeye başladı. Onu çıkartıp atın terkisine koydu ve meşin kayışı şöyle bir dolayarak yanından sarkıttı. Ardından pelerininin başlığını geriye itti. Biraz önce karlı bir tepenin üstünde olmasa, baharın geldiğine inanacaktı. Tapınak üç basamakla çıkılan bir mermer kaidenin üzerine oturtulmuş çok düzgün kesilmiş ve inanılmaz bir ustalıkla birleştirilmiş taşlardan yapılmıştı. Çok büyük olmasa da heybetli duruyordu. Çevresinde yemyeşil ve çiçek açmış ağaçlar, dallarında şakıyan kuşlar vardı. Sanki çölün ortasındaki vahada gibiydiler.
Binanın genel görünüşü Yunan mimarisini andırsa da mermer yerine bu yöreye özgü bir taşın kullanılması ve taşlara işlenmiş rölyeflerdeki Tanrılar bakımından çok farklıydı. Ön cephedeki taş duvarın üzeri boydan boya rölyeflerle süslenmişti. Otların, ağaçların, dağların olduğu bu rölyefin alt kısımlarında kuzgunlar vardı. Ağaçların altında yiyecek arar gibi dolanıyorlardı sanki. Çayırların arasında bir göl vardı ve gölün üstünde yüzen kuğular. Göl kıyısındaki kayalıkların üzerinde ise tavus kuşları o büyüleyici kuyruklarını açmış günü selamlıyor gibiydiler.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
EON SONSUZLUK PİRAMİDİ
FantasyYıllar boyu, dünyanın değişik coğrafyalarında farklı büyüler, öğretiler, iblisler ve cadılarla karşılaştı. Kadim dünyanın gizemlerine hakim olurken, sadece insan, hayvan ve bitkilerin yaşadığı zannedilen dünyada, iblislerin, dokunulmazların ve Tanrı...