Gergin gecenin yorgunluğunu ve gördüğü sıradışı rüyanın heyecanını üzerinden atması zaman almış, uzun uzun düşünmek için gün ağarana dek şöminenin karşısında kafa yormuştu. O musibet gecenin ve lanetli görüşmelerin üzerine ilaç gibiydi gördüğü rüya. Ümit dolu, güven verici.
Lyrica yaşayacaktı. Üstelik pırıl pırıl bir elçi olacaktı. Tıpkı diğerleri gibi. Bu rüya tüm olumsuzluklara rağmen kardeşlerin yeniden ışık yolunda yürüyeceğine dair hissettiği inancın hiç de yalan olmadığını göstermişti ona. Dünyaya olan inancı boş değildi. Ve bunu görmek onu her şeyden çok mutlu etmişti.
Göz pınarları boşalmayan mutluluk gözyaşlarıyla doldu. İçi de huzurla. Bu minik elçiler dünyayı ışığa taşıyacaktı. Işığı da tüm dünyaya. Tanrı ona doğru yürüyen kardeşlerin tövbesini görmezden gelmeyecek kadar merhametliydi. Hepsine kucak açarak kaybedilmiş cenneti onlara yeniden hediye edecekti. Tüm kardeşler Tanrı'nın sevgi dolu elini yaralı yüreklerinde yeniden hissedecekti.'Güzel günler uzak değil.' diye geçirdi içinden. Korkunç fırtınanın ardından gökyüzünde pırıl pırıl parlayan güneşe bakarken gülümsedi.
Ondan sonraki Ana bu yeni elçilerin arasından seçilecekti, bundan şüphe yoktu. Ana'lık vasfını hakkıyla taşıyacak, çok daha güçlü adaylar vardı aralarında. Bu minik mücevherler pırıl pırıl parlayan gözleri ve cesur yürekleriyle binlerce yıllık bekleyişi sonlandıracaktı. 250 yıldan az vakti kalmıştı bu dünyada, o güzel günleri göremeyecekti belki. Bunu umursamayarak omuzlarını silkti, önemli değildi. Son nefesini verirken ışığın hiç de uzak olmadığını bilerek yumacaktı gözlerini. Ve o güzel günleri dünyaya hediye eden kahramanları yetiştirmenin huzuruyla uzatacaktı kollarını Tanrı'ya.
Lyrica'nın yanına dönmek üzere dairesinin kapısını açtığında onunla birlikte sabahlamış sadık yardımcısını gördü.
Küçük adam kapının sesiyle sıçramış, yorgunluktan düşmüş omuzları Ana'yı karşısında görünce yukarı fırlamıştı. Ana çakı gibi dik, küçük, sağlam adama baktı. Minyon tipinden beklenmeyecek kadar güçlü, insanoğlundan beklenmeyecek kadar sadık ve tutarlıydı. Fırça gibi sert, koyu renk saçları, kare yüzü, kalın kaşları ve sabit bakan, ifadesiz gözleriyle garip bir görüntüsü vardı Morrin'in. Sanki iki metrelik bir adamı katlayıp minik bir vücuda sıkıştırmışlar gibi. Tura arkasından konsantre adam diye dalga geçer, 'Bunu suya koysak iddiaya girerim iki adam çıkar.' der gülerdi.
Fakir ve cahil bir köylünün oğlu olarak doğmuştu Morrin. Ayyaş babası isim düşünmek için hülyalı beynini yormamış, soyadları olan Morrin'i oğluna bir de isim olarak koymuştu. Kısa süre sonra annesi veremden, babası da sirozdan ölünce 5 yaşında gösteren 8 yaşında bir çocuk olarak vahşi dünyanın ortasında bi başına kalmıştı. İnsanoğlunun en ilkel dürtüsü olan hayatta kalma içgüdüsü takıntıya dönüşmüş, sağlam köylü bünyesiyle sıkı sıkı bağlanmıştı hayata.
Hiç akrabası yoktu. Kendinden fazla bahsetmezdi. Genç bir delikanlı olup bir başına yaşadığı dönemde bir elçiyle tanışması hayatının dönüm noktası olmuştu. Aylarca aç bilaç yolculuk yapıp tapınağı bulmuş, haftalarca tapınağın kapısında yatmış, onu da aralarına almaları için sabırla beklemişti.
Ne bir döşek, ne bir kap yemek, ne de başka bir şey istemişti. Tapınağın en rezil işlerini yapmaya, tuvaletleri temizlemeye, ahırları didiklemeye razıydı. Yeterince sabreder ve ısrar ederseniz bu gevşek dünyada istediğinizi mutlaka elde edersiniz. Irkının en klasik örneklerinden biri olan bu adam da tüm insanoğlu gibi bu bilgiye sahipti.
Sonunda tüm tapınak gibi Ana da onun inancına ve inatçılığına boyun eğmiş, Tanrı'nın elini taşımayan lanetli bedeninin cehennem ormanından bir çizik bile almadan geçebilmesini önemli bir işaret sayıp onu aralarına kabul etmişti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KAN UYKUSU
Fantasía"SAVAŞTA EN ÇOK KADINLAR ACI ÇEKER, ERKEKLER SADECE ÖLÜR." (Viktor Dadin) Cehennem ormanındaki dev ağaçları bile titreten fırtınalı bir gecede, Tanrı'nın kadim elçileri kötü bir sürprizle karşılaştı. Gözü pek bir vampir güçlü sihirleri aşıp elçileri...