nine

66 10 2
                                    

Öğlen olduğunda elimde siyah bir poşetiyle çıkıyorum. Poşeti posta kutusunun yanına koyuyorum. Sola baktığımda Troye'un dışarı çıkmadığını görüyorum.

Troye'un evine doğru ilerliyorum. Kapıyı yavaşça çalıyorum. Uzun bir süre bekliyorum. Kapı açılmayınca tekrar çalıyorum. Yine uzun bir süre bekliyorum ve kapı açılmayınca kapıyı daha sert bir şekilde çalıyorum.

Kilit sesi geliyor ve daha sonra kapı açılıyor. Şişmiş gözleri, dağılmış kıyafetleri ve sanki yıllardır taranmamış gibi görünen saçlarından onu uyandırdığımı anlıyorum.

"Ne var?" diyor kabaca.

"Evin çöp kokacak, kaç gündür çöp atmadığının farkında mısın?" diyorum ve onun izin vermesini beklemeden içeri giriyorum. En yakındaki koltuğa oturuyorum.

"Troye, yemek yedin mi?" diyorum. Cevap vermiyor. "İstersen dışarıda bir şeyler atıştırabiliriz." Bir şeyler demek için ağzını açıyor ama konuşmasına izin vermeden devam ediyorum. "Git ve bir duş al. Kendine gelirsin"

"Sen kafayı mı yedin Blaire? Saçmalama. Hem, sen de ki-"

"İnanmıyorum. Bugün, tarihe geçmeli! Sen ilk defa bana takıntılı sapık demek yerine Blaire dedin." diyorum iğneleyici bir ses tonuyla. Gözlerini deviriyor. "Her şey bir yana, gerçekten de hayatının geri kalanını evde kapalı bir şekilde geçirmeyeceksin herhalde?"

"Burada kendi uygarlığımı kurmak istiyorum." diyor. "Yattığım yerden hiç kalkmayıp, uzayan sakallarımla ve evimdeki tüm diğer şeylerle mutlu olacağımı düşünüyorum"

"Gevezelik yapma Troye" diyorum. Bu sefer göz deviren taraf ben oluyorum.
"Asıl sen gevezelik yapıyorsun. Kalk ve evine git"

"Bir düşüneyim" diyorum ve oturduğum yere daha çok yayılıyorum. "Hayır, burası gayet rahat."

"Gitmeyeceksin yani?" diyor ve diğer koltuğa oturuyor. "O zaman uygarlığımı kurarken burada olabilirsin. Sonra da seni bir hain ilan edip kafanı kesebilirim?"

İç geçiriyorum. "Bu ukalaca tavırlarını bir süreliğine rafa kaldır ve uslu çocuk olup bir duş al. Sonra da bir kafede kahvaltı ederiz."

"Kaldıracak bir rafım yok. Sadece, ben, koltuğum ve yaşamıma devam etmemi sağlayacak bilgisayarım"

"Kalkmazsan, seni sürüklerim" diyorum ve ayağa kalkıp onun oturduğu koltuğa gidiyorum.

"Deneme bile" diyor. Onu duymazdan gelip ayak bileklerinden tutuyorum. Dişimi tırnağıma takıp onu yer düşürmeyi başarıyorum.

"Hafif görünüyordun!" diye sızlanıyorum. Gülüyor. "Kalk ve duş al"

"Bir düşüneyim" diyor ve ellerini kafasının altına yerleştiriyor. "Hayır"

Sesli bir şekilde nefes alıyorum "Gerektiğinde çok fazla inatçı olabiliyorum Troye. Yılın 365 günü burada duş almanı bekleyebilirim."

"Bu kadar yeter sanırım. Duş alıp geliyorum" diyor ve sırıtarak oturduğu koltuktan kalkıyor.

"Harika" diyorum ve ellerimi sanki çok büyük bir iş başarmışçasına birbirine vuruyorum. Arkasından "Dengesizin tekisin" diye bağırıyorum. O, merdivenleri tamamen çıkınca gülümsemeye başlıyorum.

Yaklaşık 15 dakika sonra nemli saçlarıyla geliyor. "Blaire, tam bir baş belasısın"

"İltifat için teşekkürler. Hazırsan gidelim" diyorum. Bir şeyler mırıldanıyor ve yanıma geliyor. Dışarı çıkıyoruz. Yakınlardaki bir kafeye gidiyoruz.

Yolda ona takılıyorum. "Düşündüm de, ben olmasaydım, senin kaybolduğun düşünülüp bir araştırma başlatılsaydı ve senin ayaklarına kadar gelen sakallarınla ve şişmiş göbeğinin üstündeki yemek ambalajlarıyla görseydim buna aralıksız 15 yıl gülebilirdim." diyorum.

"Bu hayatımda duyduğum en uzun cümleydi."

Kafeye gelince boş masalardan birine oturuyoruz. İki tane tost sipariş ediyorum.

"Belki de tuvaleti söküp koltuğun yanına taşırdım, bu işimi kolaylaştırırdı" diyor ve sessizliği bölüyor.

"Bir süre sonra açlıktan ölürdün çünkü buzdolabındaki yemekler bitmiş olurdu."

Tostlar geliyor ve onları yiyoruz. Sonra iki tane kahve söylüyorum. " Birinin yanında yemek yemek gerçekten tuhaf. Ben 4 yıldır tek başıma yiyorum. Demek istediğim, sana yaşatacağım insan dışı dakikalar için özür dilerim"

"Sanki ben bir prens gibi yiyorum. Hadi ama Blaire" gülümsüyor ve kahvesinden bir yudum alıyor.

"Bir hafta önce, içine kapanık, yaşamak için amacını kaybetmiş biriydim. Troye, bir günde hayatımı değiştirdin."

"İlaç gibi miyim? Mutlu küçük ilaç. Keşke bu ilaç kendini de iyileştirebilse"

Elini tutuyorum. "Ben seni iyileştirebilirim. Terzi kendi söküğünü dikemez. İlaç da kendini iyileştiremez?" diyorum ve gülüyorum. O da gülüyor.

"Troye, burada ne yapıyorsun?" diyor bir ses. Yabancı ama bir o kadar da kulak tırmalayıcı bir ses. Sesin geldiği yöne kafamızı çeviriyoruz.

Troye şaşkın gözlerle konuşuyor "Asıl sen burada ne yapıyorsun? Taşındığını sanıyordum, olabildiğince uzak bir yere"

"Ne yani, beni gördüğüne sevinmedin mi?" diyor tanımadığım kız. Dudaklarını büzüyor. Benden kat kat güzel. Vücudu kıvrımlı. Saçları ise uzun.

"Seni tekrar görmek yerine sonsuza kadar bir bok çuvalında yaşamayı tercih ederdim Deborah"

"Deborah mı?" diyorum.

"Evet Deborah. Tanıştığımıza sevindim deyip elimi uzatırdım ama hastalıklı insanlar elimi tutamaz. Penelope!"

O sırada ilk defa fark ettiğim sarışın bir kız geliyor ve bana elini uzatıyor. "Deborah seninle tanıştığına sevindi. Ama elini tutamaz çünkü hastalıklı insanlar ona dokunamaz. Onun yerine benim elimi tutabilirsin" diyor ve elini uzatıyor.

"Çok yazık, o zaman bu hoşuna gitmeyecek" diyorum ve Deborah denen kızın yanına ilerleyip saç diplerinden tutuyorum.

"Acıyor, bırak!" diye bağırıyor.

"Bu yaptığın hoş bir şey mi, Blaire? Ailen sana terbiye öğretememiş" diyor tanıdık bir ses. Sesi duyduğum an Deborah'ın saçını bırakıyorum ve arkamı dönüyorum.

"Kahretsin!" deyip elimi anlıma götürüyorum. Gördüğüm manzara kusmak istememi sağlıyor. Sırıtan bir Orlando.

Suburbia → Troye SivanHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin