yaklaşık bir dakikadır çalan kapıya tekrar baktım. onu çağırdığım için pişmandım çünkü aşırı utanıyordum. her haltımı biliyordu ve bana nasıl davranacağını bir türlü kestiremiyordum.
s» eğer ölmediysen seni bir güzel döveceğim. açıyor musun yoksa çilingir mi çağırayım? kırmak için uğraşamam biliyorsun üşengeç bir insanım ben.
"üşengeçsin ama gecenin bir saati buraya kadar geldin." mırıldanırken çoktan kapıya yaklaşmıştım. umuyordum ki gözlerim ve suratım hala şiş değillerdi. beni ilk görüşü olacaktı ama tipim bir kaçık gibiydi, gerçekten de pişmandım. keşke buna bu kadar takılmasıydım.
olası bir darbe için kapıyı açar açmaz ellerimi suratıma siper ettim.
"şaka yapıyorsun..." telefonda duyduğumdan tamamen farklı bir sesti. daha yumuşaktı. tüm o serseri tipi kafamdan uçmuş gitmişti. sonra yüzünü görmeme sebep olacak şekilde ellerimi indirdi suratımdan.
"sana cidden vurmayacağım, her halta inanmasana." beni kapının önünde bırakıp -kapıyı kapatmamıştı- içeri girdi. sonra ben de yavaşca kapattım kapıyı.
evi inceliyorken "büyükmüş." dedi. bakışları bana kaydı sonra, ukala bir sırıtış oturdu dudaklarına. "hem de senin için bayağı."
sorunlarımı unutmuş bir halde baş gösteren sinirim ve utancımla uğraşıyordum. bunun için mi gelmişti buraya?
"hemen de sinirlenirmiş..." çattığım kaşlarıma uzattığı parmaklarıyla bir iki adım geri attım. bu istemsiz oluyordu. bana dokunmasını ben dahil, bedenim de istemiyordu.
"tamam gevşekliğimi bir tarafa bırakıyorum. kafan dağılır diye düşünmüştüm ama siktir et mutfak nerede?" bir cevap almadan mutfağı aramaya başladığında peşinden gidip yolu gösterdim.
"uykum var o yüzden kahve yapacağım, senin de ihtiyacın varmış gibi." gözlerimi işaret etti.
"olur."
. . . .
"kızma ama göte benzemişsin, çok tatlı çocuktun yani hala tatlısın ama göte benziyorsun."
"tatlı çocuktun derken?" yaptığı işe bir iki saniye ara verip sonra rahat bir tavırla güldü.
"fotoğrafını görmüştüm." tanrım biliyordum... onun hakkında hiçbir halt bilmiyordum ama o her şeyimi öğrenmişti.
"asma suratını, ne olmuş yani, sen de bana bakabilirsin." suratını yaklaştırıp öylece durdu. "izin veriyorum işte, bak." ellerim titriyordu sanırım, yine de omuzlarından tutup ittirdim onu. şimdi kahkaha atıyordu.
"haa, sen adımda kaldın hala değil mi?" doğru, adını söylememişti.
"merak etmiyorum." omuz silkip fincanlardan birini aldım, çok ağır hissediyordum.
"terasa geçebiliriz." henüz yeni fark ettiğim poşeti salondaki sehpanın üzerinden alıp koşturarak yanıma geldi.
"bana uyar."
. . . .
"her şeyi anlatmak isterdim ama bunu telefonda yazarak yapmak daha kolay. şimdi..."
"aslında az çok tahmin edebiliyorum." bir iki saniye için kaçamak bakışlar attım suratına, dudağına bulaşmış çikolataları siliyordu parmağıyla.
"ama tahminlerim durumun bokluğuna yaklaşamaz bile, öyle değil mi?"
"bilmiyorum ya da ben abartıyorum..."
"abartmıyorsun sadece hassassın."
"bana yine kız muamelesi yapıyorsun." kaşlarımı çatsam da bu hoşuma gidiyordu.
"inan bana öyle olsaydı yanında bir saniye bile durmazdım, iyi çocuk." kafamı ona çevirdim ve "ne yani, erkek olduğum için mi buradasın?" diye sordum.
gözlerini devirip koca bir ısırık aldı çikolatasından. o böyle yerken benim iştahım kaçıyordu, yemiş kadar oluyordum.
"aslında hep sessizdim, bay kim—"
"şuna bay kim demeyi keser misin, ya da kes. neden kibar konuşuyorum ki?"
bir süre ciddi ciddi suratına bakıp derin bir nefes aldım.
"kim taewoo bu yüzden beni seçmiş olmalı, bilmiyorum, ses çıkarmayacağımı -çıkaramayacağımı- biliyordu sanki. inan bana eskiden de böyleydim. hatta daha zayıf bücür bir şeydim. tipimin onu çekmediğine emindim ama o hep böyle söylüyordu. iki yıl boyunca aynaya bakmadım bile. onu gördükçe kendimden tiksiniyordum." nefes alış verişim düzensizleşmeye başlayınca konuşmaya ara verdim. o zamanları hatırlamak bedenim yanıyormuş gibi hissettiriyordu. cehennem gibiydi. utanmasam hüngür hüngür ağlayacaktım, zor tutuyordum kendimi.
"jeonghan'ın öğrendiğini söylemiştim sana. olay farklı bir boyut kazandı işte. mağdur değil de bir nevi kendini pazarlayan biri oldum herkesin gözünde. sessiz kalışımı bir kabulleniş sandılar." omuz silktim, bunların bana ne kadar ağır geldiğini bilsin istemedim o an için. öylesine olup bitmişti.
"jeonghan neden böyle yaptı bilmiyor—"
"seungcheol yüzünden?" gözlerim hızla suratını buldu.
"n-ne?"
"atlamadan jihoon, her şeyi anlat." titreyen alt dudağımı ısırıp kafamı yine aksi yöne çevirdim. bunları anlatmak kolay değildi, öyle görünüyordu ama yemin ederim değildi.
derince nefes alışı çalındı kulağıma, sonra konuşmaya başladı. kelimeler cümlelere dönüştükçe dizlerimi kendime çektim, yüzümü gizledim. tam bir zavallıydım şimdi.
"...bu yüzden jeonghan sana hala öfkeli. ama tüm suç piç seungcheol'ün."
"sevgili olduklarını bilmiyordum, bilsem ne olacaktı ki? karşı koyabilir miydim?" küfür etmek istiyordum, doğru düzgün konuşmama engel olan dudaklarımı koparıp atasım vardı.
"ikisini de öldürmek istiyorum, hatta dördünü. siktir jihoon, neden daha önce... ah." gözlerini kapatıp sertçe duvara yasladı kafasını.
"bugün kim geldi?"
kahküllerimi arkaya atıp bakışlarımı karanlık gökyüzüne çevirdiğimde "seokmin ve bir arkadaşı." diye cevapladım onu.
"hansol'ün babası amerikada bir üniversitenin dekanı." bakışlarım onu buldu ama bu sefer de onun gözleri gökyüzündeydi.
"bu yaz beraber takılalım, sonra orada okuyabilirsin. hansol ve jisoo o götlere nazaran daha iyiler. changkyun diye bir çocuk var, tamamen zararsız. kihyun'la takılıyorlar. ama merak etme gay olsalar da ilgilendikleri tek şey birbirleri."
"anlamıyorum... hayır kurumu musun sen? yapma şöyle." mideme giren kramplara içimden küfür ettim. onun yanında bunu sesli yapmak istemiyordum.
"küçük woozi sinirlenince elmalı turtaya benziyor. biliyor musun, elmalı turtaları çok severim." göz kırpıp o pis sırıtışıyla bir süre suratımda gezindi bakışları. demek ki ne zaman böyle şeyler söylese suratı bu ifadeye bürünüyordu...
"bunları yapmak zorunda değil—"
"tabii ki de değilim." bir an küçümseyici bir ifade kapladı yüzünü, sonra gülüp saçlarımı dağıttı.
geri çekilmeye vakit bile bulamamıştım.