Gülünce gözleri gülen, tatlı, anlayışlı, neşesiyle etrafındakileri büyüleyen, içten, merhametli, hoş sohbetli, biraz cazibeli, sevecen, hayat dolu bir kız varmış dünyada. Yoo masal değil. Böyle bir dünyada bu kızın ne işi var dediğinizi duyar gibiyim:) Ama var. Kötülük bilmeyen, herkesin mutluluğunu isteyen, insanlara ilaç gibi gelen huzur veren, sıcacık bir kalbi olan. Mutlu ve umutlu. Herşeye rağmen mi? diye sorarsanız evet herşeye rağmen. O benim. Ta kendisi. Pembe düşleri olan, bazen hanım hanımcık ve kırılgan, bazen anne gibi şefkatli, bazen koca yürekli cesur. Hatta erkek gibi ekmeğini taştan çıkaran! Gelin bu kızı yakından tanıyalım.
Ben Eylül. İstanbulun havasına denizine aşık bir kız. Hayallerimi bana kavuşturacağını düşündüğüm bu şehre üniversite okumaya geldim. Hiçbir zaman küçük şehirlere sığmadı hayallerim. Dünyaya açılmak istiyordu. Özgürlüğün diğer adıydım ben. İstanbul benim için özgürlük olacaktı. Aileden ayrı yaşamaya başladığım günler nefes alıp vermeye başladığım günler olmuştu. Evdeyken markete dahi izinsiz çıkamayan ben bu büyük şehirde yalnız başımaydım. Adeta gel diyordu hayallerim. "Gel uzat elini bana. İşte burdasın artık"
Bir kaç ay içerisinde beklediğim gibi gitmeyen İstanbul hayali yavaş yavaş sarsılsa da benim ona güvenim tamdı. Hemşirelik öğrencisiydim ve haftada 3 günümü sabahtan akşama okulda geçirdikten sonra akşamları 3- 5 kursa katılıyor, 2 gün staja Avrupa yakasına gidiyor, yorgunluktan bayılsam da paraya ihtiyacım olduğu için kalan zamanımda yurtta pilates dersleri veriyordum. Spor hayatıma anlam katan şeylerden biriydi. Kendimi bu konuda az çok geliştirince de hem sağlığıma katkı sağlaması için hem de paraya ihtiyacım olduğu için bu fırsatı değerlendirmek istemiştim.
Görünüşümü hep güzel bulsalar da ben kendime güzellik konusunda eksi puan veren bir kızdım. Hayır bu mütevazilikten değil sanırım mükemmelliyetçilikten kaynaklanıyordu. Herkesin çok beğendiği açık kumral saçlarım, "estetik mi?" diye sordukları bir burnum, erkeklere çekici gelen fiziğim vardı. Yine de bana iltifatlar yeterli gelmiyordu ve aynaya baktığımda en ufak kusurlar dahi ilgimi çekiyordu. Tamamen kusursuz olmalıydım fakat mümkün olmadığının da farkındaydım. Bu yüzden bu konuya takılmamaya çalışırdım.
Hayallerim oldukça fazlaydı hangisinden başlasam bilmiyorum. Mesela sesimi de beğenenler olurdu. Ben de hep ses eğitimi almak istemiştim. Hatta bu hayali küçüklüğümde abartır elime fırçayı alır ve kendimi Türkiye'nin en popüler şarkıcısı olmuş konser verirken hayal ederdim. Bir gün bu konuda eğitim almakla ilgili kendi kendime sözler verirdim. Belki bir şarkıcı olamazdım ama kendi çapımda şarkı söylemekle veya bir enstrüman çalmakla yetinebilirdim. Bir de tiyatro yeteneğim vardı. Lisede bir kaç kez katıldığım provalara babamın celallenmesiyle son vermiştim. O hiçbir zaman benim sanat konusunda bir şey yapmamı istemezdi. Eh, ben de ne yapayım. Yetenekleri umursamayan bir ailenin çocuğu olarak bunları sadece hayalimde canlandırmakla yetindim. Yetinebildim mi orası da meçhul. Eğer bu konuda destek görebilseydim sanırım şu an hemşirelik yerine oyunculuk okuyor olurdum..
Bazen bu üstün yeteneklerimi kendim gibi arkadaşlar bulduğumda yurtta sergilerdim. Bir keresinde zombi makyajıyla kızları korkuttuğumuz doğrudur 🙄 Neyse fazla zırvalamadan konumuza dönelim. Hayattaki en büyük hayalin nedir deseler hiç düşünmeden "Anne olmak" derdim. Çocuk benim için her şey demekti. Bir başkasının bebeğine bakma şansı bulduğumda ona annesi gibi iyi bakar ve tüm sevgimi verirdim. Bu yüzden bu mutluluğa bir an önce kavuşmak için evlenmem gerekirdi. Peki ya bunu hakedecek bir eş adayı? İşte o konu biraz karmaşıktı...