16. Bölüm

7.7K 234 13
                                    

Edit: O - laa - laaa :D Niye böyle salakça bir başlangıç yaptığımı bilmiyorum, muhtemelen hala YGS'nin şokundayım falan sdassd Herkese geçmiş olsun bu arada

Nys, şimdi bir şey söyleyeceğim, bu aralar yeni bölümleri mümkün olduğunca sık eklemeye çalıştım ama şu aralar biraz yavaşlayacağız. Çünkü elimdeki bölüm stoku tükenmek üzere. O tükenmeden önce benim birkaç tane de yeni bölüm yazmam lazım ki araya fazla zaman girmesin. Ama malum bu arada LYS'ye odaklanmam lazım. İşimiz zor kısacası ama mümkün olduğunca erken eklemeye çalışacağım, emin olun.

Ha bir de, en az beş tane yorum istiyorum. Gerçekten hikayem hakkında ne düşündüğünüzü merak ediyorum. Lütfen yorum ve eleştiri yapmaktan çekinmeyin :) 

Artık çenemi kapatıp sizi yeni bölümle baş başa bırakıyorum :*

“ Bugün senden geçtim. Kendimden kaçamam artık...”

 

   Emma

   The Rolling Stones’la birlikte gözlerimi yeniden puslu bir Londra sabahına açtım.

   Bir haftadır aynı döngüde ilerliyordum. Eskilerin buğulu müziğiyle güne başlıyor, mutfağa gidip orada hazırlanmış olan kahvemi içiyordum. Kahvem beni şaşırtan bir şekilde her zaman sıcak ve sevdiğim gibi oluyordu. Onu ilk içtiğimde yanında ezilmiş bir papatya bile bulmuştum.

    Bazen Keith’le sohbet ediyordum. Artık Leah bile bana sataşmıyordu. Joe her zamanki gibi ortalıkta eğer gerçeklerse hayaletlerin bile hayret ettiğine emin olduğum bir sessizlikle dolanıyordu.

   Bense elimde açık bir kitap sadece dışarıyı izliyordum. Sabahları bazen güneş gri bulutların ardından kendini gösteriyordu. Gökyüzü kirli bir turuncuya dönüyor, bu haliyle boyası soyulduğu için sıvası ortaya çıkmış olan bir duvarı anımsatıyordu. Bazen ona aldanıp pencereyi açıyordum ama güneş havayı ısıtmıyordu. Leah böyle zamanlarda beni her seferinde şaşırtarak daha da açık giyinmiş-ya da giyinmemiş- halde ortalarda dolanıp güneşin kemikleri geliştirdiğinden bahsediyordu ama ben hiçbir şey hissetmiyordum. Belki de içim güneşin ısıtamayacağı kadar soğumuştu.

   Öğlen vakti ise kısmen kalabalık oluyordu. Kalabalık yüzünde aynı ifadeyle gelip geçiyordu. Hepsi bir yere gidiyordu. Onların gittiği yerde de yalanlar var mıydı?

   Akşamsa burası tam bir serseri yuvasına dönüyordu. Kırık sokak lambalarının altında yollar öyle ıssız, binalar öyle terk edilmiş gözüküyordu ki Pessoa’nın buraya tapacağına emindim.

   Bazen Max’i görüyordum. O da Joe gibi, sessizce evin içinde dolanıyor, sonra da kayboluyordu. Benim görmekten kast ettiğim şeyse onun gölgesi oluyordu. Onu odadan kovduktan sonra ertesi akşam ettiğimiz kavga aramıza iyice duvar örmüştü.

   İç çekip her zamanki rutinim için ayağa kalktım. Üzerime taytımı ve artık neredeyse griye dönmüş olan kazağımı giyip salona gittim. Keith her zamanki gibi ayaklarını masaya uzatmış, başı koltuğun arkasına dayalı, tavana bakar halde sigara içiyordu. Bir süre ağzından çıkan dumandan halkaları izledim.

   “ Etkileyici.”

   Keith yerinden sıçrayınca gülümsemeye çalışarak “ Pardon,” dedim.

   Keith yerinden kalkıp müziği kapatarak “ Günaydın,” dedi. Bu sırada endişeli bir ifadeyle bana bakıyordu. Son günlerde bana sadece böyle bakıyor, sanki her an kırılıp yere düşecekmişim gibi davranıyordu. Açıkçası ona minnettardım ama kızgındım da. Keith bunu anlamış gibi her gün sessizce benden özür diliyordu. Gözlerine her baktığımda o acımayı görüyordum ve bu çoğu zaman beni delirtiyordu. Çünkü her seferinde güçsüzlüğümü hatırlıyordum.

Kır Zincirlerimi (ASKIDA)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin