...Karanlığın içinde sonunda nereye ulaşacaklarını bilmedikleri o yolda ilerliyorlardı. Kimse birbirini göremiyor, ara sıra istemsizce birbirlerinin ayaklarına basıyorlardı. Bazısı bu tuhaf yerde, ne olduğu anlaşılmayan birtakım şeylere takılıyor, bir anlığına yere düşüyordu. Yere düşer düşmez de garip bir biçimde etraflarına -onlar bu karaltıda ne kadar göremese de- kısa, simsiyah tüyler savruluyordu. Kimisi yolunmuş, kimisi yanmış... Bununla birlikte tüylere karşı büyük bir zaafı olan kızıl saçlı kız, her zamanki gibi ciğerleri âdeta patlarcasına öksürüyordu. Buraya gelene kadar, bir saat içinde, özgürlüklerine ulaşmak için yapmadıkları şey kalmamıştı! Hatta kimsenin yapmaya cesaret edemeyeceği türden bir işe girmişler, ama bazı sebeplerden ötürü altından bir türlü kalkamamışlardı. Üstlerindeki kar beyazı giysileri baştan aşağı batmış, bunla beraber çöpler yüzünden kokuşmuşlardı. Bazen durduk yere bir takım sesler işitiyorlardı: bir şeylerin çırpınması, duvarın öteki tarafındaki askerlerin koşuşturması, havanın âdeta dövülmesi...
Bu durumdan olur da bir şekilde sıyrılırlarsa yapacakları ilk şey zaten belliydi. Erkekler de kızlar da fark etmeksizin bu maceranın sonunda hep beraber bir dost gibi ağlaşacak, bir dost gibi kucaklaşacaklardı. Attıkları birkaç düzine çarpık adımla birlikte artık karanlık yerini aydınlığa bırakmıştı. Aydınlanmanın etkisiyle görebildikleri, kocaman kuş yuvasını andıran bu yerde devasa bir açıklık vardı, Redaria'nın yarı kırmızımsı yarı turuncumsu gökyüzünün birazını gösteren. Bu sırada açıklığın etrafına bir çember gibi dizilen karaltılar, onların giderek yaklaşmasıyla gökyüzüne doğru kaçışmışlardı. Beşi de bu uçuşan karaltıları umursamayıp açıklıktan gelen bu güçlü ışıltının etkisiyle ansızın gözlerini kısmıştı. Tam da o an özgürlüklerine bu yarım açık olan, az da olsa umut dolan kıpkırmızı gözleriyle koşturmuşlardı. Peki ya artık gerçekten özgürler miydi?..
Onların canlarına susamış gibi daha önce kimsenin yapmadığı, yapmaktan çekindiği, korktuğu bir şeye kalkışmasının daha doğru bir deyişle yalnızca özgürlüklerini istemelerinin bir tek açıklaması vardı: Bundan YÜZ YIL önce yaşananlar. Koskoca bir dünyanın mahvolduğu, insanların artık köleleştirilmesine ve mekanikleştirilmesine sebep olan o YÜZ YIL! Yalnızca Redaria'nın baştakileri dışında, artık kimsenin neler yaşanıp da bu hâle geldiğini, gelindiğini bilmediği o YÜZ YIL!
Aslında yaşanan her şey, onun en çok güvendiği ve asla kimseye laf ettirmediği kişi tarafından yapılmıştı; dünyanın parçalanması, insanların katledilmesi ve belki de kaçmaya çalışan beş gencin, hayatları boyunca unutamayacakları o acıları yaşayacak olmaları...
*
Soğuk bir kış gecesiydi öyle ki birkaç çam ağacının buzdan heykele dönüştüğünü görmek mümkündü. Kar her zamanki gibi toprağı tamamen saran koskocaman bir battaniyeyi andırıyordu. Etraftaysa oradan oraya uçuşan her renkten kuş vardı. Şarkı söylermiş gibi uğultunun eşliğinde cıvıldaşıyorlardı. Birazcık ilerideyse karanlığı deşen, bu da yetmiyormuş gibi doğanın şarkısını bozan ve birtakım fısıldamalara ev sahipliği yapan, kimine göre büyük kimine göreyse küçük sayılabilecek iki katlı hoş görünen bir bina vardı. İçeriden gelen beyaz ışıklar öyle kuvvetliydi ki belki de dışarıdan bakan birisini rahatlıkla kör edebilirdi.
Bu binanın dev gibi pencereleri, en az kırk kişinin oturduğu ahşap sandalyeleri buna ek olarak ince uzun ahşap masası olan sımsıcak bir salonu vardı. Masanın çevresine bir kısmı genç, bir kısmı son derece yaşlı görünen büyük bir grup masaya tamamen gelişigüzel dizilmişlerdi: Masanın en ucunda on beş-yirmi genç dizilmiş koyu bir sohbete dalmışlardı. O grubun hemen yanındaysa en az yirmi tane yaşlı adam ve kadından oluşan bir grup hararetli hararetli ellerindeki dokümanlara bakıyorlar, birbirlerine bir takım şeyler fısıldıyorlardı. Masanın diğer tarafıysa beş kişiyi saymazsak boş denebilirdi. İki kişi kafalarını masaya koymuş, bunca gürültünün arasında horultuyu basmış uyuyorlardı. Onların diplerinde oturan biri kız diğeri erkek olan iki genç ise birbirlerine fazlasıyla sık, uzun uzun bakışlar atıp kafalarını hemen öteki tarafa çeviriyorlardı ve en köşede duran, yaşlı ve sert görünüşlü bir adamsa önüne konan, jöleye benzeyen yeşil tatlıyı yemeye çalışıyordu ama inatla jölesi çataldan kaçıyordu. Bu da yaşlı adamın yeşil tatlısına yüzyıllar sürecek bir savaş açmış gibi görünmesine sebep oluyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Redaria
Science Fiction"Âdeta bitmek bilmeyen bir savaştan çıkmış gibiydiler. Dağılmışlar, yanmışlar, bitmişler ve belki de ölmüşler... Doğrusu özgürlüğe, özgür olmaya erişmek bu kadar zor olmamalıydı! İşte tam o esnada ölüm gibi, kan gibi, tüm kırmızılığıyla gökyüzü ve...