18 Haziran 2006
Yatağıma uzanmış, hayranı olduğum Shinhwa grubunun şarkılarını dinliyordum. 13 yaşındaydım ve her ergen kızın olması gerektiği gibi bir şarkı grubuna saplantılıydım. Duvarlarımda posterleri ve yatağım dahil yaşam alanımın birçok noktasını işgal etmiş fan eşyalarım vardı, dolabım ise üzerine renkli bantlarla yapıştırdığım son zamanlarda yeni çıkmış olan polaroid tarzı üye fotoğraflarıyla doluydu. Günümün her dakikasını onlarla birlikte geçirerek hayatımı tam da istediğim şekilde dolu dolu geçirmek isteyen, sınavlara kafa yormak yerine bir gün onları kanlı canlı görmeyi umut ederek sağ tarafında Shinhwa'nın logosu bulunan kalp kumbaramda konser veyahut bir fan meeting bileti için biriktirdiğim param vardı kafamda. Her sabah en azından bir tanesinin ilerde benimle evlenmesini umarak sabaha gözlerimi açtığım toz pembe günlerim ve uyandığımda kıkırdayarak en az yarım saat boyunca tekrardan hayal ettiğim tatlı düşlerim de eksik olmazdı hayatımda.
Odamdan dışarı hiç çıkmıyor, sürekli konser kayıtlarını izleyerek şarkılarını dinliyordum. Ailemle iletişimim kopuktu çünkü evin tek çocuğu olmanın eksisi olarak ebeveynlerimle aramdaki kültürel farklılıklardan ötürü beni anlamayacaklarını bildiğimden onlarla konuşmayı kesmiştim. Nadir konuştuğumuz anlardan biri olan akşam yemeği saatlerinde de konuştuğum tek konu Lee Min Woo'nun tatlı gülüşü ya da Andy Lee'nin yakışıklı suratı oluyordu.
Kendi açımdan bakıldığında hayatımı oldukça kaliteli geçirdiğimi düşünüyordum doğrusu.
O gün, sabah uyandığımdan beri annemin her odaya dalışında beni elimde telefonla Shinhwa grubunun şarkılarını dinlerken bulması gariptir ki onu sinirlendiriyordu ve sürekli bana uyarıda bulunma hatasına kapılıyordu. Hoş, bunu her gün yapıyordum ve bir şeyleri kabullenememiş olması kesinlikle onun sığ düşünmesinden kaynaklı olmalıydı.
Odama aniden girdiği son seferinde öfkeli gözleri yine elimdeki telefonu bulurken uzandığım yatakta aniden yanıma gelmiş ve ben daha neler olduğunu kavrayamadan elimden telefonu çekmeye çalışınca refleksle telefonumu kendime çekerek ona bağırmıştım. "Bıktım artık senden! Bana karışmayı bırak!"
Annem hâlen avuçlarımın arasında sıkıca tuttuğum telefonu almaya çalışırken bir yandan da söyleniyordu. "Bizimle hiç vakit geçirmiyorsun Haru. Bir saplantılı gibi bu gruba saplanıp kaldın ve babanla ben kızımızı çok özledik."
Dişlerimi sıkarak annemin canının yanacağını umursamadan son bir gayretle telefonu çekip almış, kalçamla yatağımın arasına sıkıştırmıştım.
"Lanet olsun, beni rahat bırakın artık! Bıktım sizin bu kısıtlayıcı tavırlarınızdan!"
Annemin bir şey söylemesine izin vermeden onu odamın dışında doğru iteklemiş ve o zamanlar bilmediğim fakat aslında içinde yaşadığımız kültürün gerektirdiği saygıdan yoksun bir şekilde kapıyı suratına kapatmıştım.
Sinirlenmiştim. O zamanlar kendimin sonuna kadar haklı olduğunu savunuyor, bana yapılan bu ruhsal işkenceyi anlamlandıramıyordum.
Yatağıma çöküp sinirden ve kızgınlıktan oluşan gözyaşlarımı sertçe silmiş ve ülkedeki en şanssız çocuğun ben olduğunu haykırarak yüksek sesle kırılacaklarını hiç düşünmeden diğer arkadaşlarımın anne ve babalarını onlarla kıyaslamıştım.
Dedim ya, o zamanlar kanım pek de deli akardı.
-
"Haru-ya, yemeğe!"
İnatçılık yaparak gelmezsem babamın harçlığımı azaltacağının bilincinde, ailemin üstümdeki bakışlarının biraz olsun azalması umuduyla itiraz etmeden masadaki annemle babamın karşısında bulunan yerimi alırken kendimce onları cezalandırmak ve yaptıkları şeyden pişman olduklarını hissettirebilmek adına konuşmuyor, çubuklarımla önümdeki sebzeli ramenimle oynarken moralimin bozuk olduğu imajını vermeye çalışarak yemekten birkaç parçayı uzun çiğneyişlerim ve yemeğimle oynamalarımın ardından arada ağzıma atıyordum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
goblet | yoongi
Fanfictionİçinde zehir olduğunu bildiğim halde içtim sen denilen kadehi.