Uzun zamandır sıraya koyduğum kafamı kaldırdım ve Uygur'un boş sırasına baktım. Dün o kadar saçmaydı ki asıl meseleden tamamen uzaklaşmıştım. Şimdi ne yapacağım konusunda en ufak bir fikrim yoktu. Burcu'nun seslenmesiyle ona döndüm.
"Noldu kızım iki saattir sıraya delici bakışlar atıyorsun? Prensin bugün de gelmedi mi yoksa?"
"Ne prensi Burcu saçmalama."
"Ne var yalan mı? O senin yakışıklı, iyi kalpli, böyle... siyah atlı prensin değil mi?"
"Hah! Aynen ya! O benim kaslı harika siyah atlı prensim. Ölüyorum oğlum ona. Onsuz asssla yapamam. Oldu mu şimdi canım."
"Oldu." Gelen erkeksi sese kafamı çevirdim ve gördüğüm manzara ili gözlerimi sımsıkı kapadım. Hay 1000GB. Uygur her zamanki gibi harika bir zamanda gelmişti. Bugün de rezil olduk çok şükür.
"Burcu sen Tuna'nın yanına geçsene Kumsal'la konuşacaklarımız var."
Hoaydaaaa. Ne konuşacak lan bu benimle.
"Hoayda. Ne konuşacak lan bu seninle."
Boşuna demiyorum bu kız benim KANKAM.
Fısıldayan Burcu'ya tenefüste anlatırım şimdi git bakışlarımdan attım ve gidişini izledim. Yanımdaki sandalyeye kendini bırakan heybetli Uygur'un mükemmel parfümüyle yüzümde oluşacak gülümsemeyi zorla engelleyerek ona döndüm. Sorarcasına tek kaşımı kaldırdım. O da bana sorarcasına tek kaşını kaldırdı.
"Eee. Sormayacak mısın."
Kaşlarımı çattım.
"Anlamadım?"
"Kaç gündür neden yoktum diye sormayacak mısın?"
"Yooo."
Gözlerini devirdi.
"O zaman dün neden geldin bara?"
Gözlerimi kaçırdım.
"Hiiiiç. Bir arkadaş rica edince şeyettim işte amaaaaan boşver."
"O arkadaş Oya değil mi..."
Sessiz kalmayı tercih ettim.
Alaycı bir şekilde güldü.
"Ben de beni merak ettin sanmıştım..."
Tam bu sırada çalan zille ayağa kalktı. Giderken kollarına koala gibi yapıştım. Ov. Civciv falan diyorum ama taştan kasları varmış yav.
"Uygur bekle."
Bana döndü. Ah. Selam Uygur'un duvarları görüşmeyeli uzun zaman oldu. Bir gün falan.
"Seni çok merak ettim."
Şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırdı. Ben de aynısını yaptım. Noluyor bana ya. Her neyse bozuntuya vermeyerek ekledim.
"Oya kısmını boşver. Neredeydin? İyi misin?"
"Seni gördüm daha iyi oldum."
Kahkaha attım. Bu sefer saçmalayan taraf o olmuştu."N..ne?"
Otuz iki diş güldü.
"Ne bileyim ya."
Sırıtmam gülümsemeye dönüştü ve gözümü bikaç saniyeliğine kaçırıp tekrar gözlerine baktım.
"Neyse. Konudan uzaklaşmayalım. Nerelerdeydiniz Uygur Bey?"
"Aslı ve Çınar'la tanışmıştın."
Başımla onayladım.
"Sık sık belaya bulaşırız. Hatta başımız beladan çıkmaz. Ama... Ama bu sefer farklı Kumsal."
Gözlerini kaçırdı ve sıkıntılı bir iç çekip gözlerime koyulaşan mavilerini dikti. İşte bu ton... gökyüzü ile denizin birleşimi gibi. Hafiften tenini okşayan meltem kadar şefkatli, kayalıklara vuran dalgalar kadar tutkulu... İşte bu ton Uygur. Gözlerinin en sevdiğim tonu.
"Bu sefer korumam gereken masum insanlar var. Ve onlara zarar gelirse..."
Sesi kısılır gibi oldu.
"Bununla yaşayamam."
Birkaç saniye süren bakışmamızın ardından sessizliği böldü.
"Görüşürüz."
Bir şey dememe fırsat vermeden yürümeye başladı ve arkadında şakın bir ben bıraktı. Kimi neyden korumaya çalışıyorsun sen Uygur...
.............................................
"Kızım hadi anlat çatlatmasana insanı."
Yüzümü buruşturarak kolumu ovdum.
"Of kolumu kopardın kızım ya. Tamam anlatacağım diyorum."
Derin bir nefes aldım.
"Uygur'un başı beladaymış ama bu sefer ötekilerden farklı... Bu sefer..."
İç geçirdim.
"Bu sefer masum insanlar söz konusuymuş. Yani birilerini bu beladan korumaya çalışıyor. Kimi korumaya çalışıyorsa belli ki çok seviyor Burcu gözlerinde görebiliyorum."
Kaşlarını çattı.
"Allah Allah. Çok tuhaf. Anlam veremedim."
"Ben de Burcu..."
Derin bir nefes daha aldım.
"Ben de..."
.............................................
İşler karışmaya başlıyor. Hazır mıyız? Takipte kalın. Sizi seviyorummmm. İmza yazarcık.