medya ile okuyun lütfen;
petit biscuit, you.[story.]
Donghyuck ile el ele, yorgun olsak da koşarak tepeye tırmandık. Evin yanlarında polis olduğundan biraz daha uzaktaydık, neredeyse diğer kenarındaydık uçurumun. Rüzgar burada daha şiddetliydi, hava daha soğuktu ve bizim üzerimizde sadece eşofmanlarımız vardı. Ben çoktan buz gibi olsam da Donghyuck sımsıcaktı.
Uçurumun kenarına yakın yan yana duruyorduk. Denizin öfkeli köpükleri uçurumun dibindeki kayalara çarpıyor, geri çekiliyordu. Ayın yansımasıyla parıldıyordu suyu. Tam şu an, şiir yazmalık bir gece yaşıyordum. Yazsam bitmez, okusam anlaşılmaz bir şiir. Çünkü o kadar çok duygu hissediyordum ki içlerinde boğuluyor gibiydim. Sanki beni pençeleriyle tutuyor ve boğulmamı bekliyorlardı duygularım.
"Sahile inmenin bir yolu var mı?"
Sağımda duran Donghyuck'a baktım. Ay koyu tenine, parlak kahverengi gözlerine vuruyor, rüzgar kızılımsı tutamları dans ettiriyordu. Burnu soğuktan kızarmıştı, kırmızı dudakları aralıktı. Bir tablo gibiydi. Ben bu tabloya âşıktım. Bu tablo için yaşıyordum.
"Kaçış yok Donghyuck." Donghyuck bana döndü. Parlak gözleri yüzüme kenetlenirken onun önüne geçip bir adım geriledim. Artık önümde o, arkamda öfkeli dalgalar vardı. "Hiçbir zaman yoktu."
Beynime şimşek çapmış gibi bir acı gelirken helikopter sesinin ve birsürü insanın koşan adım seslerini duydum. Gözlerimi bir süre kapadım.
"Mark!"
Gözlerimi açtığımda Donghyuck bana ne yapacağını bilemez bir şekilde bakıyordu. Etrafımız polislerle ve arabalarla çevrilmişti. Buraya bir sürü silah doğrultulurken helikopterin ışığı tepemdeydi. Sesi kulakları sağır ediyordu.
"Mark! Bir şeyler yap!"
"Seni seviyorum!" Bağırdım. Kalbim küt küt atıyordu, parmak uçlarım karıncalanıyordu. Gözlerim yaşlarla doluydu ve Donghyuck çoktan ağlıyordu. "Seni bıraktığım için özür dilerim!"
"MARK!"
Ellerimi kaldırdım ve o an, tarif edilemez bir akım hissettim. Bedenimden yayılan akım, güç ve öfke o kadar güçlüydü ki her yer sessizleşti. Sanki birden bedenim suyun altına girmişti; üsüyordum, sesler boğuk çıkıyordu. Derinden geliyordu, okyanusun dibinde uzanıyormuşum gibi.
Parmaklarımı kasıp yavaşça ellerimi kaldırmaya başlayınca polisler, arabalar, helikopter bile garip açılarda havalanmaya başladı. Başıma tekrar acı saplandı. Burnumdan akan kanı hissettim. Kollarımı daha yükseğe kaldırırken her şey havalandı. İnsanlar bağırıp ateş açmaya çalışırken yerdeki yapraklar da süzülmeye başladı. Fakat Donghyuck olduğu yerde duruyordu. Bu akımdan etkilenmeden, kızarık gözlerle doğrudan bana bakıyordu.
O an anladım.
Kurşunlar etrafıma düşüyordu fakat bir tanesi bile isabet edemedi. Düşünme yetimi kaybetmiş bir şekilde ona bakıyordum. Sevdiğim çocuğa. Karşımdayken bile özlediğim çocuğa.
Peki o karşımdaysa göğsümdeki güçlü özlem ateşi nereden geliyordu?
"Donghyuck," dedim güçsüzce. Burun deliklerimden akan kanlar çeneme doğru yol alıyordu. Kalbim kırıktı, o yüzden burukça gülümsedim. "Unutulmak istemezdin değil mi?"
Anlıyordum. Artık anlıyordum.
Anlıyordum, ağlıyordum.
Çünkü ben yanlış güneşe tapıyordum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
nuitman
Fanfiction❝ şehrin karanlığında kaybolmuşum. ❞ © dububaoziㅣmarkhyuck [texting & fantastic story] all rights reserved start: 20.11.18 end: 13.02.19