Seul'de saat gece yarısını geçeli çok oluyordu. Seyrek geçen arabalar, birkaç serseri ve bir de birkaç kedi vardı dışarıda. Onun dışında gece yalnızdı. Dükkanlar, mağazalar kapanmış, insanların birçoğu sıcacık yatağına kıvrılmış yüzüncü rüyasını görüyordu. Benim dışımda.
Yerini birkaç saat sonra Güneş'e bırakacak olan Ay, dolunaydı ancak kasvetli bulutlar tarafından kapatılıyordu güzelliği. Yağmur bardaktan boşanırcasına şehrin üzerine çöküyor, her bir damlası Hoseok'un benim için ayırdığı küçük odanın camlarını dövüyor, hissettiğim cehennemden gelme hisler gibi uykuma bir çelme de o takıyordu.
Çaresizlik, her şeyi bir kenara bırakıp gitme, haykırma, ağlama ve hatta ara ara kendini gösteren ölme isteği..Son zamanlarda tüm bunları aynı anda hissediyordum ve böyle anlarda elimde olmadan zihnimde bir uçurum beliriyordu. Yavaş yavaş kenara yaklaşıyor, ağlayarak oturuyor ve ayaklarımın metrelerce altında kalan sert kayalara saatlerce, günlerce bakıyordum. Ölümle burun burunayken nasıl da belime bağlanan bir iple hayata sıkıca bağlandığımı hissediyor, gidemeyişime, ablamı bırakamayışıma lanetler ediyordum. Her şeyi unutmak için başka yollar arıyor, bu yolu asla bulamamanın ciğerlerime düşürdüğü ateşle tekrar uçurumun kenarına dönüyordum, sonra da her zamanki gibi ayaklarımın altındaki ölümü seyre dalıyordum.
İşimden atıldığımdan, kaybettiğim davadan beri böyleydim; uçlarda yaşıyor ama asla atlamıyordum. Her şey düzelecek umuduyla ve biraz da ölüm korkusuyla belime bağlanan ipi kesmiyor, kendimi bu bataklıktan kurtarmıyordum. İşte, bu gece de kıvranmaktan uyuyamayıp belimdeki iplerle boğuştuğum gecelerden biriydi.
Ayrıca sert kayalarla da iyi dost olmuştuk. Artık hırçın dalgalar yüzlerine vurduğunda bana kavuşmak için inim inim inlemiyorlardı. Dalgalar ne kadar büyük, başıma gelenler ne kadar kötü olursa olsun sadece beni dinliyor, derdime ortak oluyorlardı.
Sanırım bu gece, iplerim epey incelmişti.
Ağlamaktan yanan gözlerimi ovuşturdum. Ardından gözlerimi tavandan çekip yan döndüm, ellerimi yanağımın ve yastığın arasına sıkıştırdım. Gözlerimi kapatmak istedim ama bunu dahi yapamayacak kadar doluydu kafam. Düşüncelerimde boğuluyor, hayatımı kökünden kazıyıp en baştan başlamak (bazen başlamamak) istiyordum. Şu sıralar bunun için ayrı bir yanıp tutuşuyordum. Öylesine bıkmıştım ki hiçbir şeyin yolunda gitmeyişinden...Sanki hiçbir şey bir daha eskisi gibi olmayacaktı.
Derin bir nefes alıp alnımı yakmaya başlayan saçlarımı sinirle geriye attım, diğer tarafa döndüm. Uyumak istiyordum. Uyumak ve düşündüğüm şeyleri beş dakikalığına dahi olsa unutmak. Sattığım evi, oradan buradan bulduğum borç parayı, çok severek yaptığım işimden atılışımı, bunlar için ablama vermem gereken hesabı, yeni bir iş bulmam gerektiğini...Her şeyi. Bir zamanlar tekrar tekrar yaşamak isteyeceğim şeyleri bile unutmak için canımı verirdim şimdilerde. Ancak yapamıyordum, en iyisinden en kötüsüne kadar. Tüm bunları uyuyakaldığımda bile görüyordum.
Sanırım benim için her şeyi unutmak ancak bir hafıza kaybıyla mümkün olabilecekti. Hatta bazen bir hafıza kaybıyla bile unutamayacakmışım gibi geliyordu.Darmadumandım, halim içler acısıydı ama Hoseok dışında bana acıyan pek fazla kişi yoktu.
Hoseok...
Kardeş sıcaklığıyla dolu gözleri, güldüğünde dudağının kenarında oluşan o minik gamze ve günışığından daha parlak saçları...
Duraksadım, kaşlarım çatılmıştı. Zihnimde beliren Hoseok, şimdiki Hoseok değildi. Şimdi batan gemilerime gemileri eşlik etmiş gibi parlak gözlerinde hüznün perdesi vardı ve bu perde, ben gemilerini -en son ne zaman onu iyi gördüğümü- hatırlayamayacak kadar uzun bir süredir gözlerinde duruyordu. Bazen perdenin rengi değişiyor, hüznün rengi anlam veremediğim kararsızlık ve çaresizliğin rengine dönüyordu. Tanıdığım Hoseok bu değildi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
OMERTA ╹ vmin
أدب الهواةBu deli dünyada tek başınasın, herkese ve her şeye rağmen hayattasın. •Mafia!Park Jimin