₂₆

585 61 169
                                    

komidinin üzerine birikmiş yarısı dolu çorba kaseleri, kulaklara takılmış kulaklıklar ve şarjdan çekilmemiş bir telefonun üzerinde durduğu peçete yığınları.

jungkook daha önce bundan çok daha iyi bir hafta geçirdiğini içtenlikle söyleyebilirdi.

"kalk."

kulaklıkları kulağından sökülünce sinirle tısladı ve dönüp kimin geldiğine bakmaya yeltenmeden önce başını yastığa bastırarak yanaklarındaki yarı kurumuş gözyaşlarından kurtuldu.

"git."

onu kaldırmaya çalışmamasını tembihlemişti oysa ki haftanın başında yatağının içine kıvrılırken; o ana kadar sadece komidininin üzerine sıcak çorbayla dolu kaseler ve bir peçete kutusu bırakmış ve arada kontrol etmek için gelip omzunu sıvazlamış ya da dağınık saçlarını parmaklarıyla geriye taramıştı.

"kapa çeneni ve kalk kook."

hey.

kalbi kırık çocuklar ne zamandan beri böyle muamele görüyordu?

sıkıntıyla iç çekti ve tam arkasını dönecekken perdeden içeri dolan loş gün ışığıyla yeniden tıslayarak kendini yastığına kapattı.

"kalk dedim."

"hyung.."

mızmızlanıyordu, evet hem de çok mızmızlanıyordu. şımarık bir bebek gibi ağlıyor, tepiniyor ve sinirlenip çocuksu bir şekilde darılıyordu ve bu zorunlu bebek bakıcılığını üstlenen namjoon durumundan hoşnut olduğunu söyleyemezdi.

hadi ama, ikisi de bundan daha iyi haftalar geçirmişti.

"hyung yok, jungook. kalkıyorsun ve seni dışarıda arkadaşlarımla bir yerlere götürüyorum."

jungkook yüzünü buruşturarak yatakta kaykıldı ve büzülerek adamdan uzaklaştı, "arkadaşlarınla istediğin yere gidebilirsin hyung."

"evet o yüzden kalk gidelim."

azıcık üzelmeye bile hakkı yokmuş gibi hissediyordu, en son ne zaman böyle kendini kapatmıştı ki zaten? bir arayı ve kendisiyle özel zamanını hak etmiyor muydu?

çok uzun zamandır gülümsemiyor muydu zaten, gülümsemek kötü şeylerin habercisi olmaz mıydı?

"hyung lütfen.."

birazcık daha ağlamak istiyordu, yanlızca birazcık daha. sonra söz, bir daha gözyaşı dökmeyecekti ve her şeye rağmen sürekli gülümseyecekti. her şeye, herkese ve ne olursa olsun her zaman, tabi eğer yeqon gelip başını omzuna koyarak ona belinden sarılmaya gelirse.

evet, belki o zaman kalbindeki kırıklarla ateşkes imzalayıp gülüşünü dudaklarına kondurabilirdi.

"bak hem yeni biriyle tanıştıracağım seni bugün."

jungkook yeniden yüzünü buruşturarak bu sefer yatağının sonuna oturmuş olan omuzları çökmüş adama döndü, "sen yeni insanlarla tanışmazsın ki."

"ağzın çok laf yapıyor bakıyorum. giyin, on dakikaya kapıdasın."

ve jungkook gözlerinin altı hala mor ve eklemleri hala kırmızı bir şekilde beyaz tişörtünü giyerek on dakika bile olmadan kapının önündeydi.

namjoon gülümsedi, çocuğun yanakları hala gözyaşlarının oluşturduğu hafif izler ile kaplı olsa da yatağının dışındaydı ve saçları hala bir kuş yuvasını andırsa da sevimliydi.

bunun için kendi sırtını sıvazlayabilirdi.

"nereye gidiyoruz ki şimdi
böyle biz?"

namjoon arkalarından kapıyı kilitledikten sonra merdivenlerden aşağı apartmanın garajına doğru inerken cevapladı, "kahvaltıya."

"hadi canım."

sessizdi, normalde namjoon'un arkasından koşar ve bunu bildiği için zaten arabanın kapılarını çoktan açmış olan adamdan önce arabaya binmek için onunla yarışırdı.

ya da üstüne atlardı, konuşur dururdu. hiç alakası olmayan şeyler, okulda gördüğüz yavru bir sincap mesela.

hep anlatırdı.

"kim olacak orada?"

ama sessizdi bugün, nedeni kızarık burnunun ucundan ve çökmüş göz altlarından belliydi; yorgundu bugün.

namjoon üstelememeye karar verdi.

"seokjin olacak, bir de tanımadığın çocuk işte."

araba yolculuğu sessizdi, jungkook aux kablosunu almak için onunla kavga etmemişti bile. radoyda çalan sinir bozucu pop şarkısı ve anlamsız sözleri kulaklarının içine etse de ikisi de değiştirmek için herhangi bir hamle yapmayınca öyle kalakaldı.

"seokjin,"

sevgilisine seslenirken adamın sesi bilerek daha da yumuşamıştı. jungkook başını arabadan çıkarırken birkaç adım ötesindeki çifte baktı, onlara öyle çok özeniyordu ki.

adam sevgilisinin şakağından öptü ve parmak uçları hemen onunkileri buldu, jungkook nedenini çıkaramadığı bir özlemle arkadaşının dudaklarında oluşan gülümsemeye bakıyordu.

birbirlerine yaslandılar ve yürümeye başladılar, gerçekten bu kadar güler yüzlü mü olurdu insan sevdiğinin yanında olunca?

jungkook hafifçe gülümsedi ve gözlerini seokjin ve namjoon'dan ayırarak arabadan indi. peşlerinden yürürken aklını içini dolduran garip burukluk ve özlemden almaya çalışsa da nedenini çıkaramıyordu.

neden aynı zamanda hem bu kadar yakın, hem bu kadar yabancı geliyordu?

"yani onu seninle tanıştıracağımı söylemedim ama biriyle tanışacağını- hah, geldi."

jungkook içeri girdiğinde soğuktan yanakları ve parmak uçları kızarmış, güzel bir çocuk gördü.

onu anlatmanın yolu bu olmalıydı, evet, o çocuk güzel bir çocuktu.

"merhaba."

sesi tedirgin ve biraz da kısıktı, dudaklarına kondurduğu gülümseme biraz zoraki biraz korkak olsa da jungkook beğenmişti, parlak ve güzeldi.

güzeldi, başka bir şey diyemiyordu.

onu tanımlayacak başka bir şey bulamıyordu.

"merhaba."

el sıkıştılar, kemikli ama yumuşak elleri vardı. sevecen eller; alıp kalbinin üzerine koyulası, ensene dolayarak saçlarınla oynanmasını talep edeceğin türden.

güzel eller.

"jeon jungkook." dedi jungkook.

çocuğun yüzündeki gülümsemenin burukluğuna anlam vermemişti ancak o da gülümsedi.

burkukça.

"biliyorum." dedi ve güldü çocuk, kalp atışlarının hızlandığını hissetti.

tanıdık, ama okyanusun dibinden de uzak.

"min yoongi." dedi çocuk.

min yoongi.

"sizi nereden hatırlıyorum?"

hide and seekHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin