Kağıdı aynı şekilde katlayarak kitabın içine yerleştirerek tıpkı içimde sakladığım gibi görünürden uzağa gizledim.
Adımlarım zemine zar zor sahip olduğu güçle tutundu. Zihnime dolan bir farkındalıkla koşar adımlarla odamdan çıktım. Ne meraklı bakışlar ne de hakkımda düşünülecek şeyler önemliydi.
Merdivenlere yöneldiğimde bana ne zaman bu kadar yaklaştığını algılamadığım bir bedenin bileğimi bulan dokunuşu az da olsa kendime getirdi beni.
"Nereye?" diye mırıldandı meraklı ve şüphe dolu bakışlarla buz mavisi gözler.
"Olmam gereken yere." dedim hızlıca ve bileğimi elinin tutsaklığından kurtardım.
Belki de ölmem gereken yere.
Arkamda onu ne halde bırakıyor olduğumu umursamadan hedefine yöneldi adımlarım.
"Hiçbir yere gidemezsiniz." Sesi gür her zamanki gibi otoriterdi. "Güvenli değil."
Sözleri adımlarımın düzenini, süratini engellemeye yetmedi. "Umrumda değil." diye fısıldadım duyup duymadığından emin olamadığım bir ses tonuyla. Nihayet bu sarayın bahçeye açılan devasa kapısına vardığımda bedenimin her miliminde hissedilen rüzgarların nefeslerime karışmasına izin verdim. Koşar adımlarımın düzenini bozduğu nefeslerim bu minik rüzgarları memnuniyetle karşıladı.
Tanıdık dokunuş tekrardan bileğimi yakaladığında beni tekrar olduğum yerde duraksamak zorunda bıraktı.
Adımlarımın güçsüzlüğünden mi yoksa veliahtın tutuşunun sertliğinden mi olduğunu anlayamadığım bir şekilde yalpalayıp bir adım geri gidişimin veliahtla aramızda oluşturduğu anlamsız yakınlığı umursamıyormuşçasına hızlıca cevap verdim.
"Ne olursa olsun gideceğim." diye tısladığımda mavi gözleri bu asi duruşuma karşı kısıldı.
"Adamlarımı gönderdim." dedi bıkkınlıkla. "Bilmek istediğin ne varsa öğrenecekler. Yalnızca bekle."
Beni etki altına almasından korktuğum gözlerinden çektim gözlerimi. Elimi tekrardan kurtardığımda, bu sefer o kadar sert ve kurtulması güç bir şekilde yakaladı ki bileğimi, gözlerim ne yaptığını anlamak istercesine gözlerine baktı.
"Anlamıyorsun." dedim tekrar gözlerimi kaçırarak. "Öldüklerini görmem gerek."
Ölmediklerini değil dedi zihnim. Öldüklerini. Bunun bir son mu veya başlangıç mı olduğunu. O ölü bedenlerini gördüğünde içinde kök salarak diğer tüm duyguların yeşermesini engelleyen nefretin yok olup olmayacağını görmen gerek.
Bu itirafımı saklamadığı bir şaşkınlıkla karşıladı. Gözleri yine tanıdık bir anlayışla gözlerimi bulurken tutuşu bollaştı fakat yine beni bırakmaya niyeti yok gibiydi.
"Orada neler olduğunu, seni neyi bekliyor olduğunu bilmiyorsun." dediğinde çok haklı olduğunu bilen tarafım da tıpkı onun gibi bu hızlı tavırlarıma gergindi. Fakat unutulan şey benim burada da güvende olmadığımdı.
"Ne fark ediyor?" dedim hızlıca ve zihnime dolan bilgiyi ekledim. "Burada da güvende değilim."
Bir prensesin hayatı o öldürücü belirsizliğin pençesinden asla kurtulamaz. Bir anlaşmaya bakar bizim geleceğimiz veya bir savaşa. Bir yıkılışa, bir erkeğin hatasına veya merhametine. Bunun farkında olarak büyüdüm. Fakat şimdi içine düştüğüm bu belirsizliğin derininde bu denli boğuluyor olduğum ilk andı belki de.
Artık bir kraliyetin yok dedi zihnim. Bu halde bile burada güvenli değilken, gücünün beraberinde neleri getiriyor olduğunu biliyorsun. İncecik bir ipin üstünde hayatın, her daim olduğu gibi. Her daim olduğu gibi bir hata lüksün yok.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Lanetli Prenses
FantastikNefesini kulağımda hissettiğimde ürperdim. İstemsizce ona dönen yüzümle vücudumun her bir zerresinde hissettiğim duyguların hepsini teker teker gömmek, yok etmek istedim. "Mantıklı olan ne biliyor musunuz prenses? " Bu sefer eli belimi bulduğunda...