Megafondan duyulan yüksek sesle hızla doğrulmuştum. Uykumdan fırlamama sebep olan ne diye bakınırken sesi dinlemeye başladım. Yan tarafa baktığımda Yeonjun yoktu. Şaşırarak birkaç kere daha olduğum yerden yanıma baktığımda dudağımı büzdüm. Yine bir şey öğrenememiştim. Kim bilir nereye kaybolmuştu.
"Gençler, bir an önce uyanın da yürüyüşe çıkalım. On dakikaya toplanın," oflayarak telefonumdan saate baktım. Daha sabahın körüydü. Kai'yi merak ediyordum. Az vaktim olsa da umursamayıp numarasını tuşladım. Hastahane de telefon kullanması yasak değildi. Fakat ben telefonda arayıp konuşmaya çekiniyordum. Yüzü olmayıp sesini duymak aklıma kötü şeyleri çağrıştırıyordu. Ölürse eğer aklımda sadece sesi kalacağı gibi mesela.
"Hyung sen arar mıydın, ya?" Alaya karışık sesiyle açtığında görmese bile ters bakış atmıştım. "Yanına geldiğim için aramaya gerek duymuyordum, velet. Malum gelince bile kovmaktan beter ediyorsun," sitemli bir şekilde konuşmama engel olamamıştım. Evet, onu üzmeden ve kırmamaya dikkat göstererek konuşmalıydım. Öyle denmişti ama çok üzülüyordum böyle olunca da ne dediğimi kontrol edemiyordum.
"Anlaşılan kıstırdım biraz seni," kısık ses tonunu duyduğumda lanet etmiştim. "Neyse, benim kapatmam gerekiyor. İlaç saatim geldi," benim bir şey dememi beklemeden telefonu kapattığında derin bir nefes alıp telefonu cebime koydum. Saçlarımı karıştırıp düzene koymaya çalışsam da daha çok dağılınca kendi haline bırakıp çadırdan çıktım. Çoğu kişi alanda toplanmıştı bile.
"Günaydın," tanıdık sesle başımı çevirip yanımdakine baktığımda gülümsedim. Taehyun'dan bulaşan bir neşe kaynağı vardı sanki. Onu görünce ya da onunla vakit geçirdiğimde asık suratlı duramıyordum. "Günaydın. Nasıl gitti?" Başta dediğimi anlamasa da daha sonra Beomgyu'dan bahsettiğimi anlayarak elini ensesine götürüp kaşımıştı. "Ah, ben ara vermek istedim. Olgun bir şekilde kabul etti. Sanırım bir süre kafamı toplamam gerekecek," yüzüne sahte gülümseme yerleştirip tebessüm ettiğinde omuz silkmişti.
"Yeonjun ile kötü değil galiba aranız?" Tek kaşını kaldırarak sordugunda beklemediğim soruyla alt dudağımı ısırdım. Cevap verebileceğim bir soru değildi. Önceden de bir yanıt hazırlamamıştım. "Anlatacağı şeyler olduğunu söylüyor. Ben de ters gitmek yerine neler olduğunu anlamaya çalışıyorum diyelim," başını salladığında konu kapanmış olduğu için rahatlamıştım. Çok geçmeden başını çevirip gözlerimin içine baktığında gülümseyerek konuyu kapatmaya çalışmıştım.
"Dikkat et de beni uyarırken kendin tehlikeye girme."
***
Uzun bir yürüyüş yaptıktan sonra tekrardan kamp alanına geldiğimizde birçoğu uyumak için çadırlarına geçmişti bile. Gözlerimde gram uyku hissetmiyordum. Hatta müzik açılsa çılgınlar gibi dans bile edebilirdim. Öylece ağaca yaslanmış dururken omuzumda hissettiğim kol ile başımı kolun sahibine çevirdim. Yeonjun. Bugün onu hiç görmemiştim, yürüyüşte bile.
"Öylece burada ne duruyorsun?" Yüksek olmayan meraklı sesiyle sorduğunda 'sanane' demek yerine omuz silktim. "Uykum yok," onun nereden çıktığını bilmiyordum ama sanırım artık buna alışmıştım. Yeonjun'un her yerden karşıma çıkmasına evet, alışmıştım. Sanki bana taktığı aletle nereye gittiğimi görüyordu. O, gerçekten tuhaf biriydi. "Seni bir yere götürmemi ister misin?" Anlamayarak kaşlarımı kaldırmamla kahkaha atmıştı. "Gel benimle," bir şey dememe fırsat vermeden elimden tutarak kendisi önde olacak şekilde beni yürüttüğünde yerde sürünmemek için ona ayak uyduruyordum. Burayı oldukça iyi biliyor gibiydi. Nereye götürüyor bilmesem de merak etmiştim.
Durduğumuzda elimi bıraktığında önce eline daha sonra yüzüne kısa bir bakış atıp getirdiği yere baktım. Gözlerimi kırpıştırıp gerçek olduğunu sorgularken ağzım açık kalmıştı. Şelale ve onu izlemek için iki minder vardı. Minderin yanında ise iki kupa duruyordu. Sanırım içerisinde içecek vardı. Arkamı dönüp arkamda kalmış olan Yeonjun'a baktım. Yüzünde ki tebessümle doğrudan beni izliyordu. Göz temasını kesip yanına gittim.
"Niye beni buraya getirdin?" Ellerini ceketinin cebine koyup omuz silktiğinde ters bakışlarımı ona yöneltmiştim. Arkasından adımlar atarken sesiyle durmuştum. "Bugün sadece iki insan olalım. Düşüncelerden uzak. Sadece kafa dinleyelim," buna ihtiyacı varmış gibi konuşuyordu. Fakat bu beni ilgilendirmezdi. Benim kafam dağınık bile değildi. Benden uzak dur dedikçe yakınlaşmamız sinir bozucu bir durumdu.
"Benim buna ihtiyacım yok. Kendin gelebilirdin," beni umursamadan mindere oturduğunda yerimde durmaya devam etmiştim. "Ama seni getirdim. Seninle gelmek istedim. Ben yokmuşum gibi düşün, manzaranın tadını çıkar. Kafanın karışık olduğunu biliyorum," itiraz etmeme layık bir cümle bulamadığımda oflaya sıkıla yanındaki pufa oturdum. Oturmamla içine çökmesi bir olmuştu. Pufların bu özelliğini seviyordum. Bacaklarımı kendime çekip rahat bir pozisyon sağladım.
Sessizce otururken bunu içtiği içeceğin sesi bozuyor sonra tekrar sessizliğe dönüşüyordu. Derin bir nefes aldım. Şelaleyi izlerken konuşmaya başladım.
"Bana ne zaman anlatacaksın?" Neyi kast ettiğimi biliyordu bu yüzden direkt sormuştum. Bıkkın bir şekilde oflayıp başını bana çevirdiğinde onun bakışlarını hissetsem de dönüp ona bakmamıştım. "Anlayacağını düşündüğüm bir zamanda," verdiği karmaşık cümleleri toplamak büyük uğraştı. Sayısalcı birine edebiyat yapılması hangi aklın işiydi? "Anlat ve artık bitsin. Neden uzatıyorsun?" İstemsizce yüzüm düştüğünde kendimi toplamıştım. Ne anlatacağını merak ediyordum ama bir türlü anlatmaması canımı sıkıyordu.
"Uzatmıyorum, pamuğum. Anlatacağımı zaten kendim sana söyledim. Sadece biraz daha zamanı var," nazik ve kibarlık ile dolu olan sesine mi şaşırsam yoksa pamuğum demesine mi karar veremiyordum. Kaşlarımı hayretle kaldırıp ona baktığımda ne diyeceğimi bekliyordu. "Pamuğum mu dedin sen az önce?" Sert duran yüzüme rağmen gülerek başını salladığında gözlerimi kısarak ona baktım. Başını çevirip şelaleyi izlemeye devam ettiğinde gözlerimi ondan ayırmamıştım.
Bakışlarımı anlamış olacak ki başını bana çevirdiğinde öylece kalakalmıştım. Onu neden izlediğimi ben de bilmiyordum. "Ne oldu?" Sesiyle düşünce dünyamdan çıkıp başımı iki yana salladım. "Üşüdüm ben. Geri dönelim," kurtuluş olarak aklıma ilk gelen şeyi söylediğimde yan taraftan bir battaniye çıkarıp göstermişti.
"Çadıra gitsen ne değişecek? Bahse girerim battaniye de yok yanında. Birkaç saatlik şurada kalalım. Sen de kafanı dinlemiş olursun niye bu kadar rahatsız oluyorsun?" Ayağa kalkıp sıkıldığım için öfkeyle ona baktım. "Sen benim neyimsin ki senin yanına kafa dinleyeyim, ha? Kafana göre davranamazsın, Yeonjun. Senden hala nefret ediyorum ve katlanamıyorum. Şu anlatacağın şeyi öğrenip defolup gitmek istiyorum. Benden hiçbir şey bekleme. Ne zaman anlatacaksan o zaman çağır ve bitsin artık bu saçmalık," içimde tuta tuta biriken öfkemle düşüncelerimi dile döktüğümde bir şey demeden yerinde kalmaya devam etmişti.
Bu sefer bıkkınlıkla bakan taraf bendim. Çünkü artık katlanabileceğim seviyeyi geçmişti. Ona olan nefretimin bittiğini falan düşünüyorsa yanılıyordu.
"Doğru söylüyorsun. Yanımda olmanı isterken fazla uzattım. Geç karşıma o halde, sana her şeyi anlatacağım."
Merhaba!
Mükemmel bir şekilde sınıfta kalıyorum ve bunu hiç umursamadan eğlenmeye devam ediyorum. Sanırım karne yüzüme çarpınca gerçekle silkineceğim :/
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Don't Say No | Yeonbin √
Fanfiction"Tesadüfen olduğunu düşünüyorsun ama başından beri vardın." *** Kapak tasarım; @beyzablnt