19

5.4K 663 173
                                    

Doğan güneşin ilk ışıklarıyla gözleri aralanan Ali İhsan kucağındaki sevdiğinin kokusunu içine çekip dudaklarını onun boynuna yapıştırdı ve öptü, öptü, öptü. Bahçedeki incir, dut ve nar ağaçlarına tünemiş kuşların cıvıltısı ve horozların ötüşüyle birleşen bu öpücükler Kenan Süreyya'nın yavaş yavaş derin uykusundan uyandırdı.

Günlerce zahmetini çektiği uzun seyahatin ardından hayalini kurduğu şey tam olarak işte bu hissediş, yaşayıştı: sevdiğinin koynunda huzurla uyumak ve huzurla uyanmak.

Ardı arkası kesilmeyen öpücüklerin yarattığı titreşim bütün bedenine yayılıyordu.

- Günaydın.

Çatallı ses tonundan hala uykunun pençesinde olduğu belliydi; ancak dudaklarındaki neşe uykuyu değil öpücükleri istiyordu.

- Günaydın sevgilim.

Kenan ağır ağır dönüp sevdiğinin yüzüne baktı.

- Hayal değilmiş.

Başını tekrardan Ali İhsan'ın boynuna gömdü.

- Cano, yavaş yavaş ayrılsak iyi olur, bizimkilerin uyanma vakti.

- Tamam ama biraz sonra...

O "biraz sonra" on beş dakikayı aldığında, Kenan Süreyya'nın tekrar uykuya daldığını anlayan Ali İhsan onu rahatsız etmeden yataktan çıkmaya karar verdi. Daha fazla oyalanmak tedbirsizliğe sebebiyet verebilirdi.

Onu kucağından yastığa doğru kaydırırken Kenan Süreyya tekrar uyandı:

- Bir yere mi gidiyorsun?

Ali İhsan gülümseyerek tekrardan onu sarıp öpmeye başladı:

- Artık uyanma vakti İstanbullu. Burası köy yeri. Tarlada beni iş bekler.

- Doğru.

İkisi birbirinden ayrılıp gerinerek uyanma ayinini tamamlarken Kenan Süreyya bir anda aklına yeni bir şey gelmiş gibi yerinden kalktı:

- Sen gideceksin de ben ne yapacağım burada?

Yerinden kalkıp cibinliğin ağzını açan Ali İhsan keyifliydi:

- Dün yaptığın gibi yüzebilirsin... Yanında kitap da getirdin değil mi?

- Dalga mı geçiyorsun? Kitap okumaya gelmedim buraya!

- Hasat yapıyoruz ve sen...

- Sen ne Ali?

Ali İhsan bir yandan cibinliği bağlandıkları yerlerden çözmeye başlamıştı. Kenan altında kalmamak için tül örtünün sarkan kısımlarından kurtulup Ali'nin yanına gelip cevap vermesini bekledi:

- Cano, çok ağır iş. Sen alışkın değilsin...

- Yahu ne kadar zor olabilir ki...

***

Saat yediyi gösterdiğinde kağnı ve at arabalarından oluşan hasat kervanı ağır ağır, biçilen tarlaya doğru ilerliyor ve her önünden geçilen evden kadınlı erkekli üç beş kişi at ve eşekleriyle kafileye katılıyordu. Güneş yükseldikçe uyku mahmurluğu dağılıyor ve farklı gruplardan değişik Kürtçe türküler yükselmeye başlıyordu.

Bırahim Amca'nın evi Telhubi'nin uzak bir köşesinde, diğer evlerden ırakta olduğu için hasat mevsiminde imece kervanın oradan başlatılması adettendi. Bu sebepten ötürü onların at ve kağnıları, kervanın başlarında bulunuyordu.

Kızlar iki öküzlü kağnının üzerinde otururlarken Kenan Süreyya ise at sırtındaki Ali İhsan'ın arkasında, sevgilisinin beline tutunarak oturuyordu. Bu hal, bu kazadaki Türkçe sözcüklerin hürriyetine ek bir hususiyet katıyordu: herkesin gözü önünde sevdiğine dokunabilmek, açık açık olmasa da sarılabilmek. Bunun tadını çıkartan Kenan Süreyya inadı sayesinde Ali İhsan'dan hasat yerine gidebilme iznini kopartabilmişti. Kendini bu kadar hafife almasına öfkelenmişti. Ali İhsan kahvaltı için indirilen çorba sofrasında Kürt inadıyla işin ağırlığından ötürü yapamazsın deyip durmuş, burnundan kıl aldırmamıştı. Ancak Kenan Süreyya vazgeçmemiş ve iki yıl boyunca birlikte geçirdikleri askerliği, tuttuğu on iki saatlik nöbetleri, kışla mutfağındaki patates, soğan çuvallarının taşınma işlerini, kömür tepeciklerinin kürenmesini ve daha nicelerini ona hatırlatmış ve münakaşayı kendi lehine nihayete erdirmişti. Fakat bu defa Bırahim Amca "misafire iş yaptırılmaz" diyerek ona hafif işler vermesi için oğlunu tembihlemişti. Ardından adet yerini bulsun diye Kenan Süreyya'ya giymesi için şal-u-şepık adını verdikleri sevgilisine ait mahalli kıyafetlerden bir takım verdiler. Boynuna renkli şal asıp başına poşu bağladılar.

Biraz Daha YaşamakHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin