31

4K 447 120
                                    


Günün ilk bölümü. İki bölüm daha geliyor. Gardınızı alın canım insanlar . Ve bunu yaparken lütfen yazım kurallarını, düşük ifadeleri görmezden gelin. Bilahare kontrol edeceğim. Sevgiler. :)

21 Eylül 1990

Kalabalık, kesif ve hatta tahammül edilemeyecek denli karmaşık bu Beyoğlu'nu kaçıncı kez arşınladım? Hergelelere, fahişelere, külhanbeylerine terkedilmiş Karaköy'ünden Galata'ya çıkarken kuvvetten ve ihtişamdan düşmüş binaların gölgesinde İstiklal Caddesi'ne ve oradan Taksim'e ve nihayetinde Gezi Parkı'na kaçıncı ziyaretimdi bu? Hatrımda kaydı yok... Hekimim hala tatilinden dönmemiş. Haftaya tekrar gelmemi söylediler. İlkyardım'dan çıkar çıkmaz kendimi zapt edemeyip yine benim gibi günahkarların meczup bir fahişeye dönüştürdüğü Gezi Parkı'na girdim.

Evvelce buna nedamet ediyordum. Niçin? Artık bir tarih olan Ali İhsan yüzünden mi? Yoksa Murat için mi? İkincisi için değildir buna eminim... Geçen onca vakitten sonra zannedersem artık gönlümde bu pişmanlığa yer yok. Kendi haline, makus talihine terk edilmiş biri niçin pişman olsundu ki?!

Gezi parkı beni rahatlatıyor. Hüzünlü, çapkın, azmış erkeklerle dolmaya başladığı akşamüstlerinde orada bulunmak tehlike arzetse de onu, Ferit'i orada yine görmek Beyoğlu'ndaki tek tesellim. O bıçkın, kedinden emin delikanlıyla sohbet etmek dahi beni iyi hissettiriyor. Fakat asla artniyet beslemiyorum. Benim için olsa olsa bir dert ortağı, belki bir oğul... Şu anki rezil çaresizliğim içinde, Ferit'le Ali İhsan hakkında konuşmak, birkaç kelam etmek, onun her defasında "Vay anasını!" deyip hayret ve hayranlıkla karışık hareketlerini izlemek Beyoğlu'na yaptığım acı verici ziyaretleri hafifletiyor.

Meydandan Harbiye'ye doğru birkaç kez volta attım. Tam ümidim kaybolmuşken Ferit'i parkın hemen karşısındaki bir sokakta, su misali akan kalabalığın içinde müşterisinden ayrılırken gördüm. Dudağına sıkıştrdığı sigaradan yükselen duman karanlığa haleler çizerken aramızdaki mesafeye rağmen göz göze geldik. Tebessümüme mukabele ettiğinde hasretinden yandığım Ali İhsan'ın bana baktığına yemin edebilirdim. Parkın içine girip de bir banka yerleştim. Önceki günlerin kalabalıklığı devam etse de gürültü oldukça azdı. Ferit merdivenleri aşıp yanıma geldi, çapkın gülüşlerinden birini, daha yeni patlamış, kanamış görünen dudaklarına kondurdu.

- Pederbey, hoş gelmişsiniz. On gündür göremeyince bizi unuttuğunuzu zannettik.

Bana "Pederbey" demesinin sebebi biraz komikti esasen. Ferit, yetimhaneden kaçıp da sokakları mesken bellediği günden bu askerlik çağına dek fahişelikle meşgul olmuştu. "Herkesin bir menfaati vardır" deyip beni sorularıyla, işveleriyle ve edepsiz sözleriyle tavlamayı başaramayınca ve sadece yanında durmak, oturmak istediğime kani olduğunda beni hemen meydandaki Sent Antuan Kilisesi'nin efsanevi pederine benzetmişti. Gerçekte böyle biri var mı emin değilim. Anlattığı rivayete göre o zat, Taksim'de hangi fahişeye denk gelse Gökteki Babasının merhameti aşkına onlarla sohbet eder, onlara yemek yedirir ve cebine para kormuş. Evvelce, para vermeyeceksem benimle vakit harcamayacağını çünkü karnını doyurması gerektiğini söylemişti. Ben de o gün ona yemek yedirme karşılığında onunla birlikte bir saat kadar oturmayı teklif etmiştim. Böylelikle Ferit'in Pederbey'i olmuştum.

Bu muhabbet karşılığında yemek ısmarlama iki aydan fazla böyle tekrar etti. Geçen ay eğer ben açsam benimle yemek yemeyi kabul edeceğini fakat değilsem burada, Gezi Parkı'nda oturup sohbet edebileceğimizi söylemişti ama müşteri tavlayacağı olursa kusuruna bakmayacaktım. O yüzden müşterinin pek gelmediği öğlen vakitlerinde gelmemi tembihlemişti. Böylece o gün Ferit'in sadece yüzünün değil, gönlünün de cennet parçası olduğunu anlamıştım.

- Hasta yatıyordum. Bilirsin, vapurla gelmek kolay ama hastayken Galata'ya tırmanmak benim gibi bir ihtiyar için yorucu...

- Aman diyelim Pederbey! Ne hastalığı bu?

- Mühim değil, ihtiyarlık diyelim...

- Yani Pederbey, susayım diyorum ama şuracıkta döşek olsa iflahımı bellersin...

Utancımdan gözlerimi kapatıp da başımı eğince haddini aştığını düşünmüş olacak ki düze çıkmaya çalıştı:

- Yani demem o maşallahın var.

- Sağ olasın Ferit. Aç mısın?

- Bugün yemekler benden.

- Hayır, yemekleri ben ısmarlarım.

- Pederbey, olmadığında eyvallah ama yağlı bir müşteriden geldim şimdi. Üç saat boyunca döve döve pertimi çıkardı şerefsiz ama parasını da verdi Allah var.

Elini cebine sokup bir tomar parayı çıkartıp gururla bana gösterdi.

- Hakkımla kazandım yeminle.

Ben dudaklarına dokunacakken başını çevirdi.

- Müşterin mi yaptı bunu sana?

Başını indirdi.

- He... Var böyle şeytan dölü.. döverek...

Elini kara saçları arasına daldırıp, alnını buruşturdu.

- Pederbey, hani günah çıkartacaksan anlatayım, yoksa kalk gidelim de birşeyler yiyelim. Geberiyorum acımdan.

Daha fazla soru sormadım ama o sokak lambasının altından belli belirsiz sendelemeyle yürürken boynundaki ip... hayır ip değil kemer izlerini gördüğümde göğsüm çığlık doldu, Beyoğlu'ndan tüm dünyaya, şu adaletsiz lanet cehenneme haykırmak istedim. Bunu hissetti de mi arkasına döndü bilmiyorum. Gözlerimin nemli olduğunu gördü.

- Hayırdır Pederbey, n'oldu?

Soru sormayacaktım ama ellerime söz geçiremedim ve kendi boynumun üzerinden izlerini işaret ettim.

- Takma kafana be babalık! İki güne kalmaz geçer.

Kirli ve buruşuk gömleğinin yakalarını kaldırıp gülümsedi, göz kırptı.

- Hadi anlat bakalım senin Ali İhsan'ı... Şeyde kalmıştık...

Sırf beni kandırmak, lafı değiştirmek için gayret ediyordu.

- Hah! Çavuş sana bağıracak olmuş da Allah'ın kürdü öne atılmıştı kabak gibi..

O akşam içinde bulunduğum ağır melankoliden kurtulmak için Ferit'in yanına, o bataklığa gitmiştim ama vücudundaki izler ve yarım bıraktığı sözler canımı çok acıtmıştı. Bana Murat'la yaşadığım o cehennem günlerini hatırlatıyordu. O akşam Ferit'in muzipliklerine, latifelerine gülmek için kendimi zorlamam gerekti. Daha önce hiç olmadığı kadar acımıştım bu delikanlıya. Onun için yapabileceğim birşey yok muydu sahi? Bir iyilik, bir güzellik... Bir babalık...

.

.

Biraz Daha YaşamakHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin