22

4.3K 537 105
                                    

18 Haziran 1962, Pazartesi

Ali İhsan, göğsünde yatan sevgilisine sarılarak cibinliği aydınlatan güneşi uykulu gözlerle selamladı. Karanlığın onu hapsettiği umutsuzluk ve mutsuzluk göğsünün derinliklerinde hükmünü sürdürmeye devam ediyordu fakat gün ışığı hakikatin kaçınılmaz acımasızlığını idrak etmesini de sağlamıştı. Yolculuk yakındı. Sevgilisi gidecekti. Önünde sonunda gidecekti. O gitmek istemese bile er ya da geç gelecek bir haberle yolları ayrılacaktı.

Onu izlemek, kendini izlemek gibiydi. Ama kendisinden fazlasını da seyretmekti. Aşkı, sadakati, masumiyeti, ilgiyi... İyi olana hizmet eden ne kadar his varsa göğsünde yatıyordu.

Son gönderdiği mektubun içeriği aklına geldikçe kahroluyordu. Bir yandan iyi ki mektup eline geçmeden Kenan Süreyya buraya, yanıma geldi, diye düşünürken diğer yandan ailesinin beklediği haberin o buradayken gelmesinden korkuyordu. İçinde bulunduğu çıkmaz, Kenan Süreyya'nın ikisini aşan sevgisine şahit oldukça ihanet siluetine dönüşüyordu. Birkaç kere ona mektubunda bahsettiği şeyden söz etmek istediyse de içinde bulundukları mesut tabloyu bozmaya cesaret edemedi.

Ali İhsan derin düşüncelere dalmışken Kenan Süreyya da uyanmaya başlamıştı. Sevgilisinin aksine onun ruhu, dün planladığı şeyin rahatlığıyla oldukça hafifti. Bütün yazı onunla geçirmenin bir yolunu bulmuştu ve içindeki bilinmeze dair endişeye rağmen bunu sakınmadan yapacaktı. Bu arada farklı çözümler de arayacaktı.

- Günaydın sevgilim.

- Günaydın Ali, erkencisin.

Ali İhsan sevdiğinin mahmur gözlerinin, uykulu ifadesinin hazzını ilk defa yaşıyor gibi duyumsarken bir şey düşünemiyordu:

- Çok yakışıklısın.

Kenan Süreyya'nın dudaklarında beliren çengelli mahcup gülümseme bile başlı başına bir sevme sebebiydi.

- Ne güzel gülüyorsun.

Bu defa Kenan Süreyya genişçe gülümseyerek bu methiyelerden kaçmak için sevgilisinin sol dudak köşesine bir buse kondurdu.

- Sakallarımız uzamış.

***

Ali İhsan, beline dolanıp başını sırtına dayamış sevgilisiyle bindikleri atı toprak yolda sürerken geleceğe dair nasıl bir plan yapması gerektiğini düşünüyor ancak ikisinin dahil olduğu bir plan yapamıyordu. Bu yüzden kendini aciz ve güçsüz hissediyordu. Onun aksine Kenan Süreyya küçük bir kaza ile bütün yazı sevdiğinin koynunda geçirmenin kendince yolunu bulmuş ve bu keyfiyle ona sarılıyordu.

Bir buçuk saat sonra vardıkları ilçe merkezine kasaba demeye bile kırk şahit gerekirdi. Birkaç resmi bina, bir okul ve etrafa dağıtılmış otuz kırk bahçeli ev ile cami ilçe merkezinin genel görüntüsünü oluşturuyordu. Elli kırk metrelik cadde üzerine dağılmış dükkanlar, önlerindeki kalabalıklar sayesinde şehre ruh katıyordu.

Atlarını, postanenin önüne park etmiş askeri aracın önündeki ağaca bağlayıp binadan içeriye girdiler. Veznelerdeki iki memur ve arkada oturan müdür ile misafiri olan asker dışında halktan hiç kimse yoktu. Kenan Süreyya, yaklaşıp İstanbul'a telefon etmek istediğini söylediğinde müdür ve misafiri başını ona çevirdiler. Memurlardan biri onu telefonun bulunduğu masaya davet ettiğinde müdür ona seslendi:

- Anlaşılan buralı değilsiniz.

- Hayır, arkadaşıma misafir gelmiştim.

- Telefon görüşmesinden sonra sizlere birer kahve ikram etmek isterim.

Biraz Daha YaşamakHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin