zayn // it's you
Bugünümün dünden hiçbir farkı yoktu. O gün, sabaha karşı Sehun'un odasına girip bileklerini çözmüştüm. Uyumamıştı ve kelepçeyi çözerken beni izlemişti, çözdüğümde ise hiçbir söylemeden bana arkasını dönüp uyudu. O zaman yaptığımın pişmanlığı tam göğsümün ortasına oturmuş, nefes alış verişlerimi zorlaştırmıştı. Üzerinden iki gün geçmişti ve göğsümdeki ağırlık hala geçmemişti. Sürekli ağlıyordum, uyuyordum, derslere gidip orada da uyuyordum, eve geliyordum ve ağlayıp uyuyordum.
"Al bakalım şunu." Kyungsoo ağrı kesiciyi bana uzattığında, elimi battaniyenin altından çıkartıp ilacı aldım ve hafifçe doğrulup içtim. Kyungsoo beni kampüste gördüğünde, yaklaşık iki yüz kez aramış fakat açmaya pek halim olmadığından bakamıyordum, iğrenç olduğumu söylemişti. Haklıydı, ayakta durmaya halim yoktu. Yapabildiğim tek faaliyet uyumak olmuştu. Geçiyordu çünkü, uyuyunca hissetmiyordum göğsümdeki yumruyu, kalbimdeki ağrıyı, ruhumun sızısını. Hepsi yok oluyordu. İyileşiyordum bir müddet. Kirpiklerim titreyerek açıldığında, boş bir eve uyandığımdan tekrar başlıyordu her şey. Sehun'u da göremiyordum. İki gündür gelmiyordu eve. Deli gibi merak ediyordum ama beni asıl büyük bir kargaşaya sürükleyen şey, nerede kaldığıydı. Kim Jongdae ile mi kalıyordu? Onun yurt odasında, onun yatağında, kol kola, boyun boyuna, aynı sabaha mı uyanıyordu ikisi de? Birbirlerini öperek mi uyandırıyorlardı? Sehun bana dokunduğu gibi ona da dokunuyor muydu şimdi?
"Ne düşünüyorsun sen yine öyle? Kaşların çatılmış."
"Sehun'u." Ufak bir bakış attım karşımda ki tekli koltukta oturmuş, gözlüklü arkadaşıma. Sonrasında bakışlarımı tavana dikmiştim.
"Niye düşünüyorsun o mendeburu? Bırak da sürünsün biraz. Kuduruk." Kyungsoo bunu neşeli sesiyle söylese bile yine gözlerim dolmuştu.
"Kyungsoo." dedim, duyabileceği kadar kısık bir sesle. "Ağlamam geldi."
Onun cevabını beklemeden ağlamaya başlamıştım. Sol elimle yüzümü kapattım. Bana ne oluyordu böyle? Niye bu kadar ağlıyordum? Oh Sehun yokluğu bu muydu?
"Ağla diyecektim ama yetişemedim. Sen böyle ağlamaya devam edeceksen ben gideyim, Minseok gelmiştir."
"Siktir git."
"Gidiyorum bak."
"Defol." Göz yaşlarımı elimin tersiyle silerken, Kyungsoo alnımdaki saçları geriye itip ufak bir öpücük kondurmuş, bunun beni iyi edeceği ile ilgili bir şeyler uydurup ayrılmıştı evden. Yine ve yine yalnız kalmıştım. Hava kararıyordu, yağmur damlaları cama çarparken battaniyeye daha çok sarıldım. Hafifçe toplanıp, başımı koltuğa yasladım. Fakat böyle durmam pek uzun sürmemişti, midemden geldiğini hissettiğim bir şeyle direkt olarak banyoya koşmuştum.
Doğru düzgün yemek bile yiyemezken az buz dolu midemi de tamamen boşaltmıştım. Sifonu çekip, ellerimi yıkadım ardından da yüzümü. Ellerimi lavabonun yanlarına koyup aynadaki yansımamı izledim. Göz altlarım şişmişti ağlamaktan, gözlerimin içi kırmızıydı, saçlarım dağılmıştı. Salmıştım her şeyi. Kim Jongdae böyle değildi ama. O hastalandığında bile mükemmel görünürdü, Sehun elleriyle beslerdi, çillerinden öperdi, yumuşak saçlarını severdi. Benim çillerim yoktu, yumuşak saçlarımda, şu an iğrenç görünüyordum. Oh Sehun, Kim Jongdae'yi sevmekte haklıydı belki de.
Elimi siyah saçlarım arasında gezdirdim. Oh Sehun'un parmakları en son ne zaman gezmişti burada hatırlamıyordum. Oysa severdi, saçlarımı severdi. Şeyden önce , Jongdae.
Gözümden tek bir damla düştüğünde alt çekmeceyi açıp traş makinesini çıkardım. Oh Sehun sevmiyorsa uzun olmasının ne anlamı kalırdı ki? Ne önemi vardı artık. Prize takıp, çalıştıracağım sırada duyduğum sesle durdum. Kapının kapanma sesi beni heyecanlandırırken kendimi banyodan dıları attığımda Oh Sehun tam karşımdaydı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
told you so •sekai
Fanfictionİlk birlikte oluşumuzun üzerinden bir hafta geçtiğinde, bana gelip dövmesini göstermişti. Yüzük parmağına küçük bir güneş dövmesi yaptırmış, bana da birine aşık olduğunu, parmağında bir ay dövmesi görmeyi çok istediğini söylemişti. Bana sandım, ben...