öfkem en çok kendime

928 149 16
                                    

"Benden hoşlanmıyorsun değil mi Mark?" Üzerindeki altın sarısı uzun ceketi düzeltirken derin bir nefes çekmişti ciğerlerine. Hoşlanıyor muydu?
Bunun cevabı oldukça basitti oysaki.
Koskocaman bir hayır. Karanlık odada yaktığı tütünü dudaklarına götürürken kırmızı şarabından koca bir yudum aldı.
"Bak sandığın gibi değil." Ciğerleri cayır cayır yanarken bu durumdan nefret ettiğinin farkındaydı.
"Sandığım gibi. Senin için taht odasında sevişecek birinden öte değilim. Neyseki duygusal bir bağ bende istemiyordum." Acıyla gülümserken dağılmış gömleğini düzeltmiş köşedeki koca şapkasını tekrar kafasına takmıştı Philip. Bunlar şimdi Mark'ın kafasında çok net dolanıyordu.
Şu an dudaklarının üzerindeki dudaklarla birlikte aklında binbir farklı düşünce dolanırken kapattığı gözleri aralanamıyor, durdurduğu soluklarını devam ettiremiyordu. Defalarca öpüşmüştü ancak hiç bu kontrolü kaybetmemişti. Nerde olduğunu bilmiyordu, ne kadar zaman geçtiğini, güneşin doğup doğmadığını bilmiyordu.
Haechan'a aşık mıydı? Bunun cevabını verebilmek karşısındaki hoş dudakları bırakmaktan daha zordu. Şimdi Philip'i daha iyi anlıyordu ve az çok ne kadar kırdığını.
Almayı bıraktığı nefesi onu zorlarken ağzının içine yayılan bal tadı onu sarhoş etmiş gibiydi. Mantıklı düşünemiyor ellerini ince bele indirmeden duramıyordu. Kendine engel olamıyordu. Şimdiye kadar bu kadar nefret duyduğu birini öpmek tuhaftı. Avuçlarının hiç bu kadar terlediğini hatırlamıyordu. Dizlerinin bağının çözüldüğünü, midesinin ters dönüp orta parmak çektiğini bilmezdi pek.
Ne zaman yaptığını hatırlamıyordu ancak parmakları Haechan'ın transparan gömleğinin üzerinden omuriliğindeki her bir kemiği ayrı ayrı okşuyordu. Bacakları birbirine dolanmıştı. Ellerinden biri şeffaf dövmenin üzerindeydi. Mark açıkcası mahvolmuştu. Kaybolmuştu. Sorsanız adını bile hatırlayamazdı.
Ancak o an olan oldu. Kral ağır hareketlerle çekildiğinde Mark'ın karasızlıkla araladığı gözleri görmek istemediği şeyi gördü. Haechan'ın yüzündeki belirsizlikle birlikte Mark'ın beyninde çakan şimşekler eş zamalıydı. Bu kadar kötü hissedebileceğini düşünmemişti. Nefret ettiği birinden böyle bir kaşılık almak kendini bu kadar kötü hissettirmemeliydi. Gözlerinde az önceki ifadesiz kötülük kalmamıştı. Öfke vardı şimdi yerinde. Dövmesi soluk değil kan kırmızısıydı. Karanlıkta simsiyah parlıyordu. Gözlerinin beyazlıklarından eser kalmamıştı. Dudaklarında ise alaylı yamuk bir gülüş vardı.
"Yalan söyleyen insanlar kandırılır Prens Mark. İyi geceler diliyorum size." Yatağın üzerindeki yeşil pelerini almadan bir eli siyah dar kumaş pantolonun cebinde öylece çıktı odadan. Ardında bıraktığı öfkeyi umursamadan. Kanı sinirden kaynayan gözlerinden ateş çıkaran Mark'ı öylece bırakıp gitti masanın üzerinden aldığı elmayı havaya atıp tutarken öylece çıktı.
"Pelerinini almadın bok çuvalı!" Sesini sanki tüm saraya duyurmak ister gibi bağırdığında gözlerini kapatıp birkaç saniye nefes almaya çalıştı. Ancak öfkesi buna müsade etmedi. Çatık kaşları yüzündeki tüm kasları ağrıtacak gibiydi. Hatta başı öylesine ağrıyordu ki yarını bile göremeyebilirdi.
Bunun dışında dudaklarındaki bal tadı hala gitmiyor öfkesini daha da harlıyordu.
"Sendende, senin ülkendende, sarayındanda nefret ediyorum Lee Haechan!" Kapısı açık balkonuna ilerlediğinde yüzüne çarpan serin hava birazcık öfkesini uçurmuştu. Ellerini yasladığı beyaz mermer korkulukları incelemekte buldu sankinleşmeyi. Nefesini nihayet düzene sokmayı. Kaç saat geçti öyle sayamadı. Çanlar günün doğduğunun habercisi olana kadar beyaz mermerleri izledi. Yorulmadı saatlerce ayakta dikildi. Gömleğinin açtığı birkaç düğmesinden içeriye giren rüzgarın bedeninde dans etmesine izin verdi.
"Günaydın Mark!" Xiaojun yüksek bir bağırışla odaya girdiğinde yatağında göremediği Mark'ı balkonda görünce oldukça şaşırmış hatta defalarca Hendery'e yanlış görüp görmediğini sormuştu.
Ne yapabilirdi ki Mark'ı her gün uyandırmak için saatlerini harcıyorlardı.
"Hayır Xiaojun rüya değil Mark balkonda karısı ölmüş gibi dikiliyor, hatta birazdan bizi azarlayacak, muhtemelen dün gece bok çuvalı diye sarayı inletende oydu." Hendery gülüşleriyle yanındaki çocuğa konuşsada balkondaki Mark'aydı aslında sözlerinin çoğu.
"Bence Mark'ı biri oldukça sinirlendirmiş muhtemelen Johnny falandır. Öyle değil mi Mark?" Mark nihayet mermer korkuluktaki ellerini gevşetip ardını döndüğünde kıpkırmızı gözleri iki gencin yüzündeki alaylı gülümsemeyi silmiş hatta Xiaojun'un gerilmesine sebep olmuştu.
"Kahvaltım ne zaman gelir?" Saatlerdir soğukta beklemenin etkisiyse sesi çatallaşmıştı ancak gözlerinden öyle öfke saçıyordu ki bu iki gencinde gözüne büyük bir problemmiş gibi gelmemişti.
"Ben hemen hazır etmelerini söylerim." Xiaojun hızlı adımlarıyla odadan çıktığında Hendery Mark'a yaklaşmıştı.
Fotoğrafları netleştirmeye çalışırsa yatağın üzerinde Kral'ın dünkü giydiği pelerini vardı. Sandalye yere düşmüştü. Mark'ın düğmeleri nerdeyse tamamen açıktı ve cildi fazlasıyla kızarıktı. En büyük sorunsa gözlerinden ateş saçan Mark'tı.
"Kral Haechan dün burda mıydı?" Nazik tuttuğu sesine rağmen Mark'ın keskin bakışlarını kazanmak her an daha da ürkütüyordu onu. Tanıdığı Mark pekte böyle biri değildi.
"Onu nerden çıkardın?" Hendery sandalyeyi düzeltirken omuz silkti. Sakin konuşursa onuda sakinleştirebilirdi belkide.
"Pelerini burda. Yani törende giydiği." Mark'ın gözleri hızla yatağın üzerindeki uzun pelerini bulduğunda öfkeyle solumuştu.
"Bana hediye etmek istemiş. Her zamanki gibi ufak bir atışma yaşadık bilirsin yıldızımız pek barışmıyor."
"Ufak bir atışma olduğuna emin misin dudağın kanamış. Mark senin iyiliğin için soruyorum bir sorun mu oldu? Haechan'la konuşabilirim. Farkındayım üzerine boş yere geli-" Mark'ın masanın üzerindeki yumrukları mümkünmüş gibi dahada sıkılaştığında nerdeyse bembeyaz kesilmiş eklemleri Hendery'in her saniye onun için daha da endişelenmesine sebep oluyordu. Dün gece burda hiç iyi şeyler olmadığına yemin ederdi.
"Sorun değil Hendery. Ben halledeceğim." Kapı yavaşça açıldığında Xiaojun güler yüzüyle içeriye girmiş ardından gelen görevliler için geriye çekilmişti.
"Johnny bir keresinde tatlı şeyleri çok sevdiğinden bahsetmişti. Şansına bak." Tepsinin üzerindeki yeşil pastayı gösterirken kocaman gülümsüyordu. Hendery ise onunkinden daha büyük bir gülümsemeyle onu izliyordu.
"Teşekkürler Xiaojun. Sir Kun'a haber gönderebilir misin? Onu ziyaret etmek istiyorum bugün." Xiaojun şaşkınlıkla kalkan kaşlarından ufak bir mırıltı çıkarmıştı dudaklarından.
"Yetian sarayına mı gitmek istiyorsun?" Hendery sorduğunda Mark pembe çayından bir yudum almış umursamazlıkla başını sallamıştı.
"Tanrım, Mark kendinide öldüreceksin bizide."

Johnny başındaki koca ağrıyla gözlerini aralamaya çalıştığında çektiği ağrıyla gözlerini geri kapatmış birkaç küfürle güne başlamıştı bile.
"Bir daha içmeyeceğim lütfen geç bir an önce." Parmakları şakaklarını bulduğunda yavaşça doğrulmuş sırtını yumuşak yatağının başlığına dayamıştı.
"Kahvaltını yaparsan geçer." Duyduğu sesle gözleri hızla aralanırken hızlanan yüreği sabah için çok fazlaydı.
"Taeil! Burda ne işin var?" Taeil kalkan kaşlarıyla bacaklarından birini diğerinin üzerinden indirmiş ellerini diz kapaklarının üzerinde bağlamıştı.
"Dün gece burdaydım hatırlamıyor musun?" Sesi her ne kadar tok çıksada bakışları Johnny'yi ağlatacak kadar yumuşak duruyordu aslında. Bedeni alıp kollarının arasında saklayacak kadar küçük duruyordu.
Kırmızı uzun saçları geriye doğru taramıştı bugün. Kulaklarının arkasından birkaç zincir değil aksine asil çiçeklerin olduğu tokalar sarkıyordu. Üzerinde düz lacivert bir takım vardı. Parmaklarında ise her zaman taktığı yüzükler. Tam bir yürek yangınıydı, gönül ağrısıydı.
"Eğer unuttuysam kendimi asla affetmem. Ama hatırlamam için biraz yardımcı olman gerekiyor." Taeil hafifçe gülümsediğinde çayından uzanıp bir yudum daha almış daha sonra gerinerek oturduğu koltuğa yaslanmıştı.
"Buraya geldiğimde ağlıyordun. Sorunun ne olduğunu sordum sarılmak istedin. Hatta ellerini belime sardığında daha çok ağladın. Parmaklarını belimde gezdirirken bu anı asla unutmam demiştin ama unutmuşsun, yazık oldu." Taeil ellerini alayla havaya kaldırdığında yüzüne geniş bir gülümseme yerleştirmişti. Bırakın böyle bir anıyı unutmayı Johnny'nin her anını aklına kazıması gerekirdi aslında. Hafızasını defalarca yokladı son hatırladığı şey Taeil'i karanlık koridorlardan birinde sıkıştırıp ona öfkeyle fazla güzel olduğunu söylediği andı. Herkesin gözünün onun üzerinde olduğunu. Hatta Taeil alay etmişti onun o haliyle. Dün gece sahiden berbat bir geceydi.
"Yalan söylüyorsun öyle bir şey olsaydı unutmazdım." Histerik bir gülüş sunduğunda eli ensesindeki saçları bulmuştu. Onları teker teker çekiştiriyordu.
"Yazık oldu Johnny, beni öptüğünü bile hatırlamıyorsun." Johnny şok üzerine şok yaşarken Taeil oturduğu koltuktan kalkmış odadan çıkmak üzereyken ardında bıraktığı enkaza dönmüştü son kez.
"O anıları hatırlamadan yanıma yaklaşmayı düşünme bile. Yüzüme bakmaya yüzün olduğu zaman gel yanıma."
İşte iki kardeş böyle bir güne uyanmayı ne kadar dilerdi bilinmez. Biri hiç aklından çıkarmadığı anılarla mücadele ederken diğeri hatırlamadığı anılarla mücadele etmeye çalışıyordu. Ne yazık ki bunda bile başarılı olamamışlardı.
"Doğru dürüst sevmeyi bile beceremedim."

Aranyhid • markhyuckHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin