11. BÖLÜM

138 16 0
                                    

Alexander Rybak - Europe's Skies

Paris / 23.12.18

Üç gün olmuştu. Üç asır gibi geçen üç gün. Alya onlarda kalmamda ısrar etse de kalmamıştım. Kalamazdım. Babamın telefonuma bıraktığı sesli mesajlarda endişeyle kavrulan sesi buna izin vermemişti.
Ancak eve geri döndüğümde beklediğim tepki öfkeyle bağırmalar, cezalar olmuştu. Babamı öfkeli bulmayı ummuştum. Sözünden her çıktığımda yaptığı gibi beni en sevdiğim tatlıyı uzun bir süre yapmamakla cezalandırmasını beklemiştim. Bunu ummuştum. Ancak babam kapıyı açar açmaz rahatlayan yüz ifadesiyle beni kucaklamış ne kadar endişelendiğini dile getirmişti. Kendimi kocaman bir duvara toslamış gibi hissetmiştim.
Alya'yla önceden kararlaştırdığımız gibi sabah evden çıktığımı ve arkadaşımla parkta kahvaltı yapmak için buluştuğumuz yalanını kullanmıştım. İnanmıştı. İkisi de inanmıştı. Onlara bağırmak yalanları arasında nasıl ezildiğimi haykırmak istiyordum. Bir kaç gün içinde hayatımı nasıl alaşağı ettiklerini beni nasıl bir çıkmaza sürüklediklerini söylemek, hayır çığlık çığlığa haykırmak istiyordum.
Adrian her zamankinden daha neşeli bir şekilde şakalar yapıyor beni güldürmek için elinden geleni yapıyordu. En son lunaparka gitmeyi bile teklif etmişti. Yorgun olduğumu bahane ederek reddetmiştim.
İkisi de onlara karşı değişen ruh halimin farkındaydılar. Ancak nasıl gizleyeceğimi bilmiyordum. Ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Tüm hayatımı birlikte geçirdiğim öz babam bütün hayatımı kaplayan bir yalanla beni gölgelemişti. Adrian'ı ve yaşanan şeyleri sindirebilir hatta onu sevmeye devam edebilirdim. Ancak yalanın nasıl büyük bir günah olduğunu bana aşılayan adamı aynı şekilde sevememekten çok korkuyordum. Ona her baktığımda onu çepeçevre saran parlak aurayı görmeyi bekliyor göremeyince dumura uğruyordum. Düşünceler boğucu bir şekilde beni ele geçiriyor bazen farkında olmadan saatlerce susuyordum. Anlayamıyordum. Nasıl mümkün olabileceğini anlayamıyordum.
Düşünceler beni nefessiz bırakana kadar çatı balkonumda oturmuştum. Tüm gece uykusuz kalmış olan zihnim pes etmenin eşiğinde sendeliyordu. Beni kendime getiren telefonuma gelen bildirim olmuştu. Bakmak için elime aldığımda çalmaya başlayan telefonu yanıtladım.
"Marinette."
Bir müzisyene yakışan pürüssüz ses kulaklarımı doldururken gözlerimi kapatıp bekledim.
"Partiyi haber vermek istedim. İki saate limanda buluşucaz ve seni de orda görmek isterim."
Cevap vermeden balkonun yerindeki karoları saydım.
"Bak yaşanan her şeyin seni nasıl boğduğunu biliyorum ve bilmeni isterim ki ben her zaman senin için buradayım."
Görmediğini bilsem de başımla onayladım hattın diğer ucundaki gökyüzü saçlı çocuğu. Kendim hakkında öğrenebileceğim en yıkıcı gerçeği öğrendiğim o günden beri her saat başı arayıp ona cevap vermesem de benimle konuşmuştu.
"Eğer istersen seni alabilirim. Saat dörtte hazır ol yeter."
Yaşaran gözlerime lanet edip sesimin çatlamaması için bir kaç saniye bekleyip cevapladım.
"Tamam."
Luka derin bir nefes aldı.
"Dörtte görüşürüz."
Yüzüme yerleşen gülümsemeyle başımı salladım.
"Görüşürüz."
Her zamanki gibi telefonu kapatmak yerine benim kapatmamı beklemişti. Kapalı ekrana boş boş bakarak harcadığım bir kaç dakikanın ardından hazırlanmak için aşağı indim.
Odam boştu. Memnuniyet ve hayal kırıklığı arasında gidip gelirken yüzümü yıkayıp saçlarımı iki yandan ördüm. Acele etmeden gardırobumun önünde, çıkarıp bir başkasını denediğim kıyafetlerle yarım saate yakın bir zaman harcadıktan sonra geçen sene Paskalya için aldığım pembe elbisede karar kıldım. Kalp yaka elbisenin korse üstü bedenimi daha zayıf gösterirken belinden itibaren açılarak kat kat dökülen eteği dizimin bir karış üzerinde sona eriyordu. Toz pembe elbiseme uydurduğum beyaz bağcıklarına elbiseyle aynı renk kalp boncuklar taktığım topuklu spor ayakkabılarımı giydim. Hazır hissedince beyaz kadife ceketimi de alarak aşağı indim. Askıdaki çantama gereksiz bir ton şey ve telefonumu koyarak evin içini turladım. Yalnız olduğumu fark etmem uzun sürmemişti. Babama haber vermek için istemeyerek de olsa fırına inmem gerekti. Okul sonrası olduğundan Adrian dönmüş olmalıydı.
Benim okula gitmemek için uydurduğum hasta olma bahanelerim beni bile şaşırtan bir biçimde işe yaramıştı.
Kapıyı kapatmadan önce anahtarımın yanımda olup olmadığını son kez kontrol ettim.
"İyi günler bal peteğim."
Karnım karıncalanırken yüzümde beliren gülümseme son günlerdekilerin aksine sahiciydi.
"İyi günler Matmazel Chanelle."
Yaşlı hanım hemen dairemizin karışısındaki kapısını kapatırken kocaman gülümsedi.
"Senin şu baban, Tanrı onu kutsasın yavrum bütün apartman senelerdir küf kokusu dışında bir kokuyla coşuyor sayesinde."
Başımı sallayarak onu onayladım. Bakışları beni baştan aşağı süzüp muzip gülümsemesiyle tekrar yüzümü buldu.
"Kim bu şanslı çocuk?"
Yanaklarım giderek ısınırken çantasını göstererek sordum.
"Eşlik etmemi ister misiniz?"
Eliyle boş ver gibisinden bir işaret yaptı.
"O kadar da yaşlı değilim."
78 yaşındaki bedeni bana bile taş çıkartacak bir biçimde dimdik karşımda dikilince kıkırdadım.
"Onun için söylemedim kuzum biliyorsun."
Gülerek başını iki yana salladı.
"Sorumu geçiştirmek için söyledin biliyorum ama cevabın o sarışın çocuk olduğunu da biliyorum."
Gözlerim istem dışı büyürken ceketimi düzeltir gibi yapıp kızaran yüzümü sakladım. Bakış açıma giren süslü terlikler ve çenemde hissettiğim yumuşak dokunuşla gözlerimiz bilmem kaçıncı kez buluştu madamla.
"Bir sıkıntı var, biliyorum küçüğüm. Ne olduğunu anlatmak ister misin? Sıcak kurabiyelerim var."
Gözlerim şu son günlerde alışkanlık edindikleri gibi tekrar dolmuştu.
"Ah, canım ne oldu şimdi?"
Başımı iki yana sallayıp sorun olmadığını göstermek istedim ancak boşunaydı. Matmazel sertleşen ifadesiyle beni izliyordu.
"Yoksa sevgilisi mi var?"
Günler önce benim de en büyük korkum olan soruyu dile getirdiğinde yorgun bir kahkaha çıkmıştı dudaklarımdan.
"Hayır, sadece görünmez duvarlar var diyelim."
Matmazel zamanın silsilesiyle ağarmış olan başını ağır ağır salladı. Ardından uzanıp yakasına taktığı mor taşlı broşu çıkararak benim yakama taktı. Kalp biçimli takı göğsümün hemen üstünde kendine bir yer edinirken itiraz etmek için konuşmak istedim. Ancak matmazelin itiraza yer vermeyen bakışları bunun da önüne geçmişti.
"Ametist taşı bu. Görüyorum ki bugün olabilecek bütün pozitif hislere ve enerjiye ihtiyacın var."
Yanağıma çıkıp gözümün önündeki bir perçemi kulağımın arkasına sıkıştıran elini tuttum. Buraya taşındığımızdan beri hiç sahip olamadığım annem olmuştu matmazel. Hep Tanrı'nın ona her kadın gibi bahşetmediği öz evladı olduğumu söylerdi.
"Geri döndüğümde bir kurabiye arası için yanına uğruycam."
Matmazel gürültülü bir kahkaha attı.
"Kurabiyelerim olmasa yüzüme bakacağın yok zaten, uğramayı unutursan bozuşuruz."
Tatlı dille ancak ciddiyetle yaptığı uyarısına gülerek başımı salladım. Merdivenleri inerken koluna girmiş ve fırının önüne ulaşana kadar gençlik yıllarındaki aşklarından bahsetmesini dinlemiştim.
"Ah, bir askere gönül vereceğine o kalbi çöpe at kızım, çöpe at o kalbi."
Matmazelin sitemi kıkırtılarımla karışırken kapının önünde onu bekleyen arabaya binmesine yardım ettim. Kapıyı kapatmadan önce bana bir öpücük atıp elini salladı madam.
Babamdan hala izin almadığım aklıma gelene kadar sokağın köşesinde kaybolan arabayı izledim. Günlerdir içimde olan ağırlık bir kez daha yerini belli ederken adımlarımı fırına çevirdim. Kapının üzerinde asılı olan zil gelişimi haber verirken bakışlarım tezgahın arkasında kollarını sıvamış iki erkeği buldu. Kapının sesiyle yaptıkları işi bırakıp bana döndüler. Adrian'ın bakışları beni baştan aşağı süzerken onu görmezden gelip babama döndüm.
"Dün akşam bahsettiğim doğum günü için."
Babam hatırladığını gösteren bir ifadeyle ellerini önlüğüne sildi.
"Biliyorum biliyorum. Tek mi gideceksin?"
Bakışlarım tekrar Adrian'ı bulunca gözlerimi kaçırmadan yanıtladım.
"Luka beni almak için gelecek."
Babam yüzüne yayılan gülümsemesi ile Adrian'a döndü.
"Sen de gidiyor musun?"
Adrian değişen ruh halini ele vermek istemiyormuş gibi bir gülümsemenin arkasına sığındı.
"Ben davetli değilim."
Cevabı bütün yaşananları unutup onun için üzülmeme yetmişti. Tam benimle gelmesini sıkıntı olmayacağını söyleyecekken bunun nelere sebep olabileceğini düşünerek sustum. Juleka'nın yerinde olsaydım abimi herkesin önünde küçük düşürüp hırpalayan bir gangstayı partimde istemezdim.
"Bütün okul davetli, kimseye özel bir davetiye verilmedi ki."
Ağzımdan çıktığı anda kendime lanet okuduğum cümleyle Adrian gülerek bana döndü.
"Sence Juleka beni o partide ister mi? Sen olsan ister miydin?"
Bakışlarındaki pişmanlık koşarak ona sarılma isteğimi körüklüyordu.
"Özür dilemek için geç değil. Aksine bence en iyi zaman."
Adrina şaşkın bir ifadeyle beni izliyordu. Babam neler döndüğünü anlamaya çalışır bir ifadeyle aramızda mekik dokuyordu.
"Gelmemi mi istiyorsun?"
Evet. Kesinlikle evet. Ancak bunu söyleyemezdim. Utançla bakışlarımı kaçırırken babam engel olamadığı bir kahkaha patlatmıştı.
"Hadi önlüğünü çıkar ve şu undan kurtul. İkiniz bir arada olursanız içim daha rahat olur."
Nasıl diye sormak istemiştim. Ancak sorumu gerisin geri yollayıp düşüncelerime hapsetmekle yetindim.
Nasıl benim bir katille daha güvende olduğumu düşünürdü. İkisinin de birbirinden farksız olduğunu bilmenin farkındalığı tokat gibi suratıma inmişti. Elbette ona güvenirdi. Elbette kendi türünden birine güvenirdi.
Böyle düşününce benim nasıl bir kara kedi olmadığımı deli gibi merak ediyordum. Ancak Alya iki tarafında kara kedi olması durumunda çocuğun da bir kara kedi olduğunu söylemişti.
Yıllardır aklıma bile gelmeyen annem babamı da içinde barındıran bir komplo teorisinde can bulmuştu. Derin bir nefes verip tezgahı temizleyen babama baktım. Beni duymamış gibi kendi kendine bir şarkı mırıldanıyordu.
Öfkeyle saçlarımı çekiştirme isteğimi bastırıp saatimi kontrol ettim. Luka'nın gelmesine on dakika kalmıştı ve geldiğinde Adrian'ı nasıl karşılayacağı ile ilgili en ufak bir fikrim yoktu.
Adrian düşüncelerimde geçer geçmez beni duymuş gibi temiz kıyafetlerle tekrar fırına dönmüştü.
Siyah tişörtü ve dar lacivert kotu onu gayet rahat gösteriyordu. Gri ceketi omuzlarından sarkıyor ve dağınık saçları ellerimi kendilerine çağırır gibi gözlerinin önüne düşüyordu. Bakışlarımı kaçırıp çıkmak için hareketlendim.
"Ne zaman döneceksiniz?"
Babamın sorusuyla ikisi de bana dönmüştü.
"Emin değilim."
Babam başını sallayarak gülümsedi.
"Eğlenmenize bakın."
Adrian gülerek ona el sallerken peşimden geldi. Hava Aralık ayına tezat bir biçimde insanın içini ısıtıyordu. Yine de ceketimi üstüme geçirdim. Ellerim ametist broşa gidip duruyor, ondan güç alabilmek için bütün enerjimi harcıyordum. Luka'nın siyah mavi bisikleti önümüzde durduğunda Adrian bir şey söylemek için hareketlenmişti. Luka'yı görünce susup mavi saçlı çocuğa ters bir bakış attı.
"Muhteşem görünüyorsun."
Mavi gözleri beni memnuniyetle süzerken Adrian'a başıyla kısa bir selam vermişti.
"Pastayı alıp geliyorum."
Başımla onu onaylayıp elindeki büyük kutuyla geri dönene kadar bisikletini incelemiştim. Yeni gibi görünen zincirleri gümüş gibi parlayan bisiklet etiketlerle doluydu. Luka kollarındaki kutuyu bisikletin arkasına yerleştirip sıkıca bağladı.
"Hazır mısın?"
Adrian'ın da bizimle geleceğini ekleyemeden kendi kendini düzeltti.
"Yani hazır mısınız?"
Adrian bana bir bakış atıp başıyla onayladı.
"Güzel. Hadi gidelim."
Limana gitmek için hareketlendik. Liman uzak değildi ancak oraya ulaşmak için gerginlik dolu on dakika benim için fazlasıyla zorluydu. İki erkeğin de birbirleriyle muhabbet etme girişimleri birbirlerine nefretlerini kussalar bu kadar kötü olamazdı. Bıkkınlıkla yaptıkları spor muhabbetine göz devirdim.
"Peki ya sen Marinette?"
Bakışlarımı Adrian'a çevirdim.
"Ben ne?"
Luka ses tonuma gülerken Adrian sorusunu yineledi.
"Sence eskrim mi futbol mu?"
Omuz silktim.
"İkisini de denemedim. Bilmiyorum."
Adrian bıkkın bir ifadeyle bir kaç saniye yüzüme bakıp eskrimin iyi yönlerini saymaya devam etti. Luka ona karşılık verirken yanında sürüdüğü bisikletini sabit tutmak için uğraşıyordu.
"Ben sürebilir miyim?"
İki gencin bakışları da bana dönerken bisikleti gösterdim.
"Sürebilir miyim?"
Luka başıyla onaylayıp bisikleti benden tarafa geçirdi. Elbiseyle binmek ne kadar zor olsa da ikisinin konuşmasını dinlemekten iyiydi. Kaskı başıma geçirip beni serbest bıraktı. Pedallar ayağımın altında dönüyor ve her çevirişimde beni daha da ileriye taşıyordu.
İlk kez bisikletim olduğunda on yaşındaydım. Babam bulduğu eski bisikleti tamir etmiş boyamış ve bana nasıl binileceğini öğretmişti. Kendimi bisikletin hızına ve rüzgara bırakıp ikiliden uzaklaştım. Onları gözden kaybedince gerisin geri dönüp çevrelerinde turladım.
"Dikkatli kullan, eğer bisikletime bir zarar gelirse senin için iyi şeyler olmaz tatlım."
Luka'ya dil çıkartıp kaldırıma sıyarla dizilmiş taşların üstünden geçtim.
Kahkalarla pedallara daha da asılıp ters yönde sürmeye başladım. Yeterince uzaklaştığımı düşünüp tekrar dönüp hala konuşmakta olan ikiliye yetiştim.
"Bence en güzel renk pembe."
Ortaya açtığım yeni konuyla bu kez bunun tartışmasına girmişlerdi. Limana ulaşana kadar açtığım her yeni konu hakkında tartışmalarını izledim.
Limanda sırayla dizilmiş gemilerin arasında Luka'nın annesine ait olanı bulana kadar durmadan sürmüştüm. Sızlayan bacaklarımla büyük teknenin önünde fillerin mi yoksa su aygırlarının mı daha iyi olduğunu tartışan ikiliyi beklemeye başladım.
Alya beni görünce koşarak yanıma gelip bisikletten inmemi bile beklemeden sıkıca sarıldı.
"Nasılsın?"
Kaskımı çıkarmama yardım ederken sorduğu sorusuna omuz silkerek yanıtlamıştım.
"Tanrım, senin burada ne işin var!"
Arkadaşımın bakışları beni es geçip arkamdaki ikiliyi bulmuştu. Sesindeki öfke hepimizi olduğumuz yere mıhlamıştı. Luka açıklama yapmak için bir çabaya girerken Adrian onu bölmüş ve dümdüz bir sesle yanıtlamıştı.
"Marinette bütün okulun davetli olduğunu söyledi."
Alya alaylı bir ifadeyle gülüp ellerini beline koydu.
"Tabi, bütün okul davetli. Juleka'ya ne aldın, bir çift boks eldiveni mi?"
Adrian aynı alaylı ifadeyle cevap vermeye hazırlanırken Luka'ya işaret verip pastayı almasını söyledim.
"Kavgayı kesecek misiniz yoksa eve geri dönüp Juleka'ya bir özür mektubu mu yazayım?"
Yüzümdeki ciddi ifade ikisinin de birbirlerine attıkları ateş püskürten ifadenin önüne geçememişti. Ancak o kadar da önemli değildi çünkü susmuşlardı. Luka'nın arkasından tekneye çıkıp hazırlanmasına yardım etmek için nefret kusan ikiliyi yukarıda bırakarak kamaraya indim.
Luka küçük mutfağın boyutlarına ters geniş tezgahın üzerine kutuyu bırakıp bana döndü.
"İçecek bir şeyler ister misin?"
Kutuyu açmak için hareketlenip onu onayladım. İkimiz içinde sade maden suyu açıp içine birer dilim limon koymuştu. Serin gazlı içecek kendime gelmeme yardım ederken pastayı kutusundan çıkarıp mumları yerleştirdim. Renkli kremayla süslü pasta babamın işçiliğini gözler önüne seriyordu.
"Sanatçı ruhunu kimden aldığın belli oluyor."
Başımla onaylayıp maden suyumu tek dikişte bitirdim.
"Onunla konuştun mu?"
Bakışlarımı pastadan ayırmadan cevapladım.
"Hayır. Yani ne diyebilirdim ki. Alya'nın yalanını kullandım."
Luka anlayışlı bir ifadeyle beni izliyordu. Gözlerimdeki tanıdık yanma hissi geri döndüğünde bir lanet savurup ona arkamı döndüm.
"Hey, yapma böyle. Bir çözüm bulucaz."
Elleri hafif bir tutuşla omzumu bulunca düşünmeden dönüp sıkıca ona sarıldım. Kolları ihtiyacım olan büyük bir kuvvetle beni kavramıştı. Göz yaşlarımı geri yuvarlayıp kendimi sıcak bir yaz gününü anımsatan kokusuyla kollarının arasında olduğum çocuğa bıraktım.
Ne kadar öyle kaldık bilmiyorum ancak doğrudan salon sayılabilecek alan açılan mutfağın diğer tarafından gelen uyarı babındaki öksürükle ayrılmıştık. Saçlarımı düzelterek sesin sahibine döndüm. Adrian inatçı duruşuyla o akşamki gibi elleri iki yanında yumruk yapılmış bir biçimde dikiliyordu.
"Bir şey mi oldu?"
Luka'nın sorusuyla bakışlarını benden çekmeden yanıtladı.
"Kızlar geliyorlarmış. Alya haber vermemi istedi."
Luka omzumu hafifçe sıkarak geri çekildi. Pastayı o getireceği için Adrian'ın peşinden yukarı çıktım. Alya yeşil elbisesinin eteklerini savurarak ordan oraya koşuşturuyor ve çevredekilere emirler yağdırıyordu.

Juliet ÖlmeliHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin