son. | "sevinçler ve sevilmeyişler"

146 29 172
                                    

Cem Adrian, Islak Kelebek

Sizden isteğim, bu şarkıyı açıp bölümü okumanız.

Fazla bu kitabı anlatıyor, yeni fark ettim. Hatta bölümle birlikte dinledikten sonra, bir de şarkıyı tek başına dinlerseniz harika olur...

Keyifli okumalar.

×

Bir adım, iki adım.

Hayır olanları düşünme.

Üçüncü adım, dört, beş, altı...

Hayır, evden gitmeyeceksin.

Yedi, sekiz, dokuz...

"Evet, evden gideceksin," diye fısıldadı kafamın içindeki. "Her adımını sayarak eve gideceksin, çünkü birkaç saat sonra o eve bir daha yürüyemeyeceksin. O çocuğun evinden, kendi evine kaç adım olduğunu sayacaksın. Aslında önceden yapmalıydın bunu. Yoksa adımlarında tereddüt edersin, şu anda olduğu gibi. Kaç tane marketin önünden geçtiğini hesaplamalıydın ya da. Her anın değerini bilmeli, adımlarını sayarak yürümeliydin. Hiçbirini yapmadın. Kendine çok güvendin çünkü."

"Sahi, neyine güvendin?" diye sordu, bir öteki. Cevap veremedim, çünkü verecek cevabım yoktu. Güvenmiştim bir şeye. Neye olduğunu bilmeden, hiç düşünmeden...

Haklıydı.

Her adımımı sayarak yürümeliydim. Ben ise adımlarımı saymamak için koşmuş, kaçmıştım. Doğru ya, ben her zaman bunu yapardım. Bundan sonra, bu alışkanlığımı değiştirmek için herhangi bir çabaya girmeme de gerek yoktu. Çünkü artık dört duvar arasına sıkışacaktı bedenim. Yanımda kimse olmayacaktı. Kaçacak yerim kalmayacaktı. Bulutlu havalarda gökyüzünü izleyemeyecektim. Yağan yağmurun altında ıslanamayacaktım.

Belki de en başından beri ait olduğum yer orasıydı?

"Evet, orası."

"Kes sesini." dedim, hâlâ yürümeye devam ederken. Ellerim iki yanımda yumruk şeklindeydi. Kaşlarım çatılmış, adımlarım yine hızlanmıştı. Yanımdan geçen insanlar garip garip bana bakıyorlardı. Gerçi onlar da az sayıdaydı, saat sabahın bir körüydü çünkü.

Acaba oraya nasıl gidecektim? Onlar mı gelip alacaktı? Yoksa annem mi kendi elleriyle götürüp bırakacaktı beni?

Bir şey fark etmezdi. Hatta onlar gelip alsa daha da işime gelirdi.

En sonunda eve gelebildiğimde, ağlamaktan gözleri kıpkırmızı olmuş olan annemi, telefonla konuşan babamı gördüm. Hiçbir şey söylemedim ya da bir tepki vermedim. Hızlı adımlarla odama çıktım. Kıyafetlerimi ve eşyalarımı toplamalı mıydım? Ne gerek vardı ki? Orada ne işime yarayacaklardı? Hiçbir şey yanıma alma gereği duymadım. Belki birkaç kitap lâzım olurdu.

"Aptalsın," diye fısıldadım kendi kendime. "Sanki tatile gidiyorsun."

Kendi iç çatışmalarım şiddetlendiğinde yatağıma oturdum. Dirseklerimi dizlerime yaslayıp, parmak uçlarımla alnımı ovaladım. Başım ağrıyordu. Yaptığım hiçbir şeyi hissedemiyordum sanki.

Sakin olmaya çalıştım.

Yapamadım.

Karşımda birden Drew belirdi. Tam karşımda durdu ve beni izlemeye başladı.

"Sen nereden çıktın?" diye fısıldadım. Çünkü biliyordum ki, sesli konuşsam kelimeler boğazıma dizilirdi ve ben ağlardım.

"Bizler, birer hayâl ürünüyüz. Senin zihninin, sana oynadığı oyunun oyuncularıyız biz." dedi. Alnımda olan ellerim iki yanıma düştü.

"Ne?" derken bile nefes alamıyor gibiydim. Elimi boğazıma sardım, ciğerlerimi nefes alabilmek için zorladım.

"Seni kim zorladı bunu demen için?" diye sordum gözümden bir damla yaş düşerken. Omuz silkti.

"Hiç kimse bunu demem için beni zorlamadı. Gerçek bu."

"Hayır," deyip ayağa kalktım. Gözümden damlayan yaşlar, zemine düştü. Hepsi orada buluştular ve bir bataklık oluşturdular. Beni de içlerine çektiler.

Gözyaşı bataklığı.

Doğru ifade buydu. Beni en başından beri içine çeken oydu. Bedenimi içine çeken oydu. Belki de ruhum da onun içindeydi? Kaçmamıştı, bataklığa hapsolmuştu. Eğer öyleyse, hiç düşünmeden bu bataklıkta kaybolabilirdim. Nefesim kesilebilirdi, bunun bir önemi yoktu. Ben artık, ruhumu geri istiyordum.

"Gerçek bu, Maria." dedi sertçe.

Bataklık beni içine çekti. Yavaş yavaş kayboluyordum, birden içine çekmesini tercih ederim oysaki. Ama o da acı çekmemi istiyor gibiydi. Karşı gelmedim, gelemedim. Yalnızca bekledim. Kaybolmak ve nefessiz kalmak için. O bataklık dudaklarıma kadar çekti beni. Yalnızca kafamın bir kısmı dışarıdaydı. Daha fazla kaybolmak istedim. Bu da bir kaçış yoluydu çünkü. Kaçmak, her zaman iyiydi. Kaçmak kurtuluştu. Kaçmak özgürlüktü.

Ben, özgür olmak istedim.

Fakat bu isteğim de gerçekleşmedi. Gözyaşlarım ağzıma girdi, bataklık beni içine çekmeye son verdi. Şeffaf renkteki gözyaşlarım, siyaha boyandı. Orada, öylece kaldım. Ağzıma giren siyah gözyaşları, beni içine çekmeyi bırakan bataklık...

Acınası durumdaydım.

Kendi gözyaşı bataklığımda boğulmayı bile becerememiştim. Kendi gözyaşlarım bile yaptıkları hatayı farkına varıp, beni yanlarına almayı reddetmişlerdi. Ruhumu bulmamı istememişlerdi. Hak etmiyordum bunu bile.

"Kendi kendine, çürüyerek öleceksin. Hiçbir bataklık seni içine kabul etmeyecek. Ruhunu bulamayacaksın. Gözyaşların binlerce bataklık oluşturacak ama hiçbirisi seni yanlarına almayacak."

Sevinçler ve Sevilmeyişler.

Hayatımı özetleyen üç kelime bunlardı.

Kısa ve öz.
Sade ve düz.

Hayatım buydu.

Arkadaşlarım vardı, aslında olmayan arkadaşlarım. Benimle ilgilenen bir annem, geri dönmüş babam vardı. Sevinişlerimin ve sevinçlerimin sonu gelmeyecek sanmıştım. Ne de büyük yanılmıştım...

Sevindiğim kadar sevilmemiştim.

Sevilmeyişlerimin sonu yoktu. Olmayacaktı.

Buradayım, sesimi duyuyor musun?

Sana sesleniyorum. Bu ucu bucağı olmayan yerde hapsolmuş, beni kurtarmanı bekliyorum.

Gökyüzündeki yıldızları sayıyorum.

Sana gülümsüyorum.

Ben, ölmek istiyorum.

Duyuyor musun?

Duyuyorsun.

Ancak duymamış gibi yapmayı tercih ediyorsun. Bu hep böyle devam edecek. Ama seni de suçlayamıyorum. Yine kendimi suçluyorum, yine en büyük günahı işliyorum.

Üstelik senden de özür diliyorum. Arkadaşlarımın varlığını ispatlayacağımı söyleyip, bunu yapamadığım için...

Beni affet.

×

10.06.2020,
Çarşamba

SEVİNÇLER VE SEVİLMEYİŞLERHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin