1.

18 4 7
                                    

Korkuyordu. Böyle bir durumda akıllıca bir karar vermişti ama bu korkudan titremesine engel olmuyordu. Titreyen vücudu her an yıkılacakmış gibi görünse de elleri ve ayakları kilitlenmişti.

Sağ elinde tuttuğu kemik kabzalı hançerin ucundan damlayan kan kurumaya yüz tutmuştu. Son birkaç damla da beyazlaşmış toprağa düştükten sonra siyaha yakın bir rengi olan ve ışıldayan kan, damlamayı bıraktı.

O da tutmakta olduğu nefesini bıraktı. Akciğerleri hava ile ilk defa tanışıyormuş gibi oksijeni olabildiğince derin çekmek isteseler de her teşebbüs canını yakıyordu.

"Ben ne yaptım?" dedi kendi kendine. Sesi rüzgârda dağılıp gitmişti. "Kurtardım mı? Yoksa hepimizi uçsuz bucaksız bir karanlığın içine mi soktum? Ne yaptım ben? ..."

Kendini sorgularken sesi git gide daha fazla kısılıyor, ayaklarındaki kuvvet her saniye daha da azalıyordu. Sonunda dayanamadı ve dizlerinin üzerine çöktü. Bu savaş, ona iyi davranmamıştı.

Göğsü acı ile inip kalkarken, aldığı hasara bakmayı aklından geçirmiyordu. Ölmüş olmalıydı. Küller vadisinde, yerde yatan cansız bedenlerden biri olmalıydı. Üzerinde durduğu küçük tepeden bütün vadiyi rahatlıkla görebiliyordu. Dizleri üzerine çökmüş olsa da vadinin artık küllerden çok ceset ile kaplı olduğunu biliyordu.

Herkes gitmişti. Gri-beyaz bir ışıltı ile yaşanan vahşetin izlerini silmekte olan tozların üzerini sıcak, kırmızı kanı kapatıyordu. Hangi yarasından ya da ne şiddetle geldiğini bilmiyor, umursamıyordu. Çoktan ölmüş olmalıydı. Daha bu işin başında, savaşın ilk çığlığında bedeni yere düşmeliydi ama olmamıştı.

Eski, yeni, derin bütün yaraları, ona aciz ve zavallı bir insan olduğunu hatırlatıyordu. Ancak kader öyle düşünmemiş, kemik kabzalı hançer kendisine gelmişti. Düşman kimdi, doğru kararı mı vermişti bilmiyordu. Görebildiği ve gerçekliğinden emin olduğu tek şey ise üzerinde durduğu tepeye dahi yukarıdan bakan bu kocaman yaratığın tam karşısında durduğuydu.

Korku ve şaşkınlık, yaratığın yanına yaklaşması ile birlikte yerini dehşet ve huzura bırakmıştı. Turuncumsu kehribar rengi gözlerinden altın şelaleleri gibi ışıltılar saçılan, boynuzları neredeyse bulutlara değen ve kanatları ile dünyanın tüm ışığını yok edebilecekmiş gibi duran bu kocaman varlık, karşısında durmuş ve burnunu da kendisine doğru uzatmıştı. Kendisinin dahi umurunda olmayan yaraların durumunu inceliyor, duygu ve hatta öğüt dolu gözlerle, bir anne gibi kendisini azarlamaya hazırlanıyordu.

Ağlamaya başladı. "Hata ettim" dedi. "Buna hiç bulaşmamam gerekirdi. Benim yüzümden, benim yüzümden hepinizin gitmesi gerekecek"

Yaratık derin bir nefes aldı ve gökyüzüne doğru üfledi. Gözleri az öncekine göre daha ifadesiz, daha donuktu. "Düşman olarak bizi seçseydin, soyumuzdan geriye bir şey kalmayabilirdi. Şimdi her nerede olursa olsun, yaşamak için bir şansımız var. Pişman olmak için çok geç. Karar verildi, çark döndü ve devir tamamlandı. Kararının arkasında dur. Biz, senin arkandayız."

Umutsuz gözler ile bakarken, kendisini olduğu yerden almak için hamle yapan devasa yaratığa başı ile hayır işareti yaptı ve elini kaldırdı. "Beni bırak, artık geri dönüşüm yok." Yaratık gözlerini kıstı. "Lütfen. Zaten çoktan ölmüş olmam gerekirdi. Bırak, şimdi burada öleyim. Bambaşka bir alemde, sen ve ben yine. Görüşeceğiz."

Yaratık sıkıntılı bir nefes aldı. Yığılmak üzere olan bedeni tutmak için hamle yaptı ve düşüşünü yavaşlattı. "Daha işim bitmedi" dedi ifadesiz kalmaya çalışan kehribar rengi gözlere bakarken. "Biliyorum, elbet bir gün bu dünyaya yeniden geleceğim. İşte o zaman, asıl o zaman her şeyi bitirip, tekamülü tamamlayabilirim."

Gözlerinden yaşlar, bedeninden kanlar süzülüyor, her nefes alışında sesi daha da alçalıyordu. "Ruhumun bekleyişi bitip de ovadan ayrıldığında, onu takip et olur mu? Bedenim farklı olabilir ama ruhum aynı kalacaktır. Beni ruhumdan tanı. Bana gel ve hatırlat. Beraber, yarım kalan her şeyi tamamlayıp eve, ağaca gidelim."

Yaratık, hayat suyu akmakta ve ruh ile beden bağı kopmakta olan bu minicik insana baktı.

"Seni bulacağım. Hangi dünyada, hangi bedende olursan ol. Ruhun uyanınca, ateşten korkma çünkü ben orada olacağım. Çağrıma kulak ver."

Son yaş damlası kendi kendine süzülüp giderken, yaratık kanatlarını kapattı ve artık ruhu bu topraklarda olmayan ufacık bedeni, kendi can suyunun içine bıraktı. Vücudun dışında kuruyup katılaşan kan, bedene zamk gibi yapışmış, etrafı çoktan metalik ve tuzlu bir koku sarmıştı.

Yaratık, çenesini kurumakta olan kanın üzerine yerleştirdi ve kehribar rengi gözlerini bulutlara doğrulttu. Uzaklaştıkça sönmekte olan mavi yeşil yansımalı ışık gözden kaybolduğunda gözlerini kapadı. İçinin ateşini daha fazla tutmadı ve o tepe, içinde biri minicik, diğeri kocaman iki hayatsız bedeni saklayacak ve zamana karşı duracak bir kale olana kadar yandı, yandı ve yandı.

Ardından söndü. Eriyen toprak bedenleri örttü. Güneş doğduğunda, ejderhanın ateşi sönmüş, kale kurulmuş, ruhları ovadan aşağı bakmaktaydı. Ve böylece, zaman geçmeye, çark yeniden dönmeye ve yeni bir devranın hikayesini yazmaya başladı.

Bir Önceki HayatımdaHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin