Sonbahar kapıya dayanmış, göğü koyu bulutlarıyla boyamaya başlamıştı. Ilık esen rüzgar eski kasabanın solgun çanlarını çalarcasına kırpıştırıyordu kurumaya başlamış yaprakları. Hiçbir tınısı yoktu boş sokaklarının, küçük evlerinin, ruhsuz caddelerinin. Zaten küçücük olan sahil kasabası, artık ölüydü de. Nüfusunun silinmesiyle birlikte gri bir filtre inmişcesine solgundu atmosferi, bir tek dalgalar maviydi, bir de şezlonglar.
Uzun süredir basılmamış sakin kumlar, bir ziyaretçinin heyecanıyla coşmuş gibi sıcacık, dalgalar sonunda bir simayı karşılamanın sevinciyle köpürüyor gibi katlanıyordu o gün. Bu soğuk evrende, sıcacık bir cennet parçası gibi parıldayan sahil kısmını arabayla geçti önce. Ahşap evi bulmaya çalışarak tek sıralık evlerin arasında süzüldü. Aradığını bulduğunda telaş etmeyerek, sakin adımlarla yürüdü evin kapısına. Cebinde bekleyen anahtarı çıkarıp titreyen ellerine rağmen kapıyla buluşturdu. Anahtarlar uyuyordu, doğru yerdeydi. Olmak istemese de, burada olmayı inkar etse de, burayı tanımamazlıktan gelse de, solukları ciğerlerine ağır gelirken dahi açtı kapıyı. Onu karşılayan ne yazıkki samimi bir ev, hoş bir ambiyans değildi. Bir ölünün teni kadar soğuk, kasvetli ve buhran dolu bir manzaraydı. Perdeleri delip geçebilen cesur gün ışığıyla az buz aydınlanan giriş kısmı, kapının açılmasıyla havalanan tozlarla karşıladı onu. Şikâyet etmedi, geri dönmedi, sessizce içeri girdi onun yerine. Ruhuna ağır geliyordu bu havayı solumak, soluyor olmak, soluk alabiliyor olmak. Bu nefesler ona ait değildi çünkü. Bu ev, bu hisler ona ait değildi, olmamalıydı. Gözlerini kapattı ve sıktığını farketmediği çenesini olabildiğince serbest bırakarak derin bir nefes aldı. Burnunun ucundan geçip gidiveren, varla yok arası o tanıdık koku neredeyse ağlamasına sebep olacaktı ama kendini tutmayı başardı ve bir adım daha attı evin içine doğru. Karşısında ilgisini asla çekmeyen bir oturma odası, koridorun sonunda birkaç oda daha ve bir de mutfak. Adımları kendinden izin almayı bırakmış gibi onu mutfak tezgahına kadar sürüklediğinde bir hayalde, bir düşte gibi hissizdi içi. Gözlerine takılan kahve bardağı ise vücudunun kaldıramayacağı bir yük gibiydi. Midesinin bulandığını hissediyordu. Şuan, bunca şeyi kaldıramıyordu. Önünde duran kahve bardağına, kenarında yıllanmış dudak izine dokunamıyordu. Burası ona ait değildi, bir mabede izinsiz girmiş gibi hissediyordu. Nefesleri sıkışmaya başladığında hızlı adımlarla terk etti mutfağı. Hiç durmadan, nefes almadan merdivenleri çıktı. Gittiği yeri biliyordu, karşısına neyin çıkacağını biliyordu ama yine de içinde katlanan duygulara teslim oluyordu. Banyonun önünden geçerken gözlerini kapadı, orayı yeniden görmek istemiyordu. El yordamıyla ilerlediği koridor bittiğinde ise refleksen gözlerini açtı ve tamamen pişman oldu. Eski, geniş yatak odası boylu boyunca karşısındaydı. Bembeyaz ve tertemizdi. Tutunmaya ihtiyacı olduğunu hissetti. Elleri duvarla buluşurken başı dönüyor, dünyası kararıyor gibiydi. Gözlerinin önünde yine o görüntü vardı işte, ne kadar kapatırsa kapatsın, ne kadar içerse içsin, ne kadar uyuşursa uyuşsun gitmeyen o görüntü. Duvarların pürüzlerinden damlayan kan, bembeyaz çarşafı boyayan koyu kızıl, ölümün hain kokusu... Her şey silinmiş gibiydi, ama her şey olduğu gibi duruyordu işte. Baktığı her yerde kan damlaları, yatakta boylu boyunca uzanan beden, elinden kayıp gitmiş olan tabanca... Burayı son görüşü somut bir halde karşısında gibiydi. Nefes alamaz hâle geldiğini ciğerlerinin patlamak üzere olması sayesinde fark etti ama geç kaldığı diğer şeyler acımasızdı. Elleri titremeye, vücudu sarsılmaya başlamıştı, duvarlardaki kan lekeleri, artık uyuşmaya başlamıştı vücudu, yatakta uzanan çocuğun kaskatı bedeni... gözleri sımsıkı kapalıydı ama görüyordu işte, her şey yine kanlı canlıydı. Ağrıdan tıkanan kalbini yumruklarıyla uyarmaya çalışıyor gibiydi. Sızlayan ciğerlerine cevaben göğsünü yumrukluyor, nefes alabilmek için varını yoğunu ortaya koyuyordu. Ona miras olarak kalan tek şey hiçbir değeri olmayan milyonlar değil, kaldıramayacak raddeye geldiği anksiyete ataklarıydı. Ciğerlerinde hissettiği acı dayanamayacaği seviyeye gelmiş, midesi yeniden bulanmaya başlamıştı. Ne zaman yere yığıldığını bile bilmiyorken refleksen kalkıp banyoya koştu. Tutamadığı midesini klozete boşaltırken, daha kötü bir şey farketti. Korkuyordu, burada olmaktan korkuyordu, buraya son girdiğinde gördükleri... Yaşadıkları kolay şeyler değildi, ama şuan hissettikleri çok daha zordu. Kafasını kaldırır kaldırmaz kendini yere bıraktı. Karşısındaki küvet düşmanca ona bakıyor, içinden kanlar sızan halini gözlerinin önünden silemiyordu. Avuç içleriyle kendini geriye itmeye, kapıya ulaşmaya çalıştıkça küvette, kendi kanının içinde yatan beden üzerine daha çok geliyor, onu daha da kötü duruma sokuyordu. Elleri sonunda kapının eşiğine çarptığında hızla kalktı ve merdivenleri koşarak indi, kendini evden dışarı atıp olabildiğince koşmaya başladı. Gözlerinde biriken yaşlar onu bir bir terk ediyor, rüzgâr yüzüne vurdukça varlığını hatırlatıyordu. Daha fazla dayanamayıp aniden kendini yere bıraktı. Asfalt zemine sürtülen diz kapakları yırtılırken elleriyle yeri tuttu. Ağlıyordu. Natasha o an, hayatında hiç ağlamadığı kadar içten ağlıyordu. O hep güçlü kalmak, sağlam durmak zorunda olanlardandı. Ağlamak, onun için bir utanç sebebiydi, şimdiye kadar. Şimdiyse gür hıçkırıklarına nefes yetiştiremeyerek, ciğerleri sökülürcesine, gözyaşları kuruyana kadar, alabildiğine ağlıyordu. Her şey çok fazlaydı, her şey çok acı vericiydi. O, güçlü kalmak zorunda bırakılmıştı. İki ölü ruhu kucağında uğurlamış olmasına rağmen, ağlamaya, yas tutmaya hakkı olmamıştı. Şimdiyse her şeyin üzerinden yıl geçmişken, ruhuna aldığı yaralar yeniden açılmış, taptaze kanamaya, daha da derinden sızlamaya başlamıştı. Hıçkırıklarına eşlik eden hüzünlü dalgalar dahi ruhundaki sızıyı savuramazken anılar onunlaydı. Biricik kardeşiyle ilk tanıştığı an, kalbinden çekip çıkardığı lanet iğne, onunla yediği, onunla güldüğü, ona inandığı her an karşısındaydı işte. Onun bir ailesi olmamıştı, o sevgiyi tatmamıştı, Tony gelip hayatını kökünden sallayana kadar nefes dahi alamamıştı. Sonra hayat, küçük kardeşini ellerinden alıverdi. Yetmezmiş gibi onun emaneti olan, ruhunu ve yüreğini bıraktığı adamı da. Onu koruyamamış, hayatta tutamamıştı. Daha da kötüsü, onun bıraktığı ruhuna da sahip çıkamamış, ölüsünü gözleriyle görmüştü. Her şey çok ağırdı ve artık dayanamıyordu. Yine de doğruldu. Kafasını kaldırdı ve okyanusun hüzünlü dansıyla göz göze geldi. Bakışları ileride kalan sahile ve mavi şezlonglara kaydı.

ŞİMDİ OKUDUĞUN
𝐬𝐮𝐢𝐜𝐢𝐝𝐞 𝐦𝐞𝐬𝐬𝐚𝐠𝐞 • 𝐬𝐭𝐨𝐧𝐲
FanficSteve Rogers, aldığı bilinmeyen bir intihar mesajında bu kadar senenin yaşanmamışlığını saniyelere sığdırmanın zorluğunda ezilirken, aynı saniyeleri kana buladı bir kesik. Çok uzakta, iç kavuran bir kesik. 𝐜𝐨𝐦𝐩𝐥𝐞𝐭𝐞𝐝 𝐨𝐧 𝐨𝐜𝐭𝐨𝐛𝐞𝐫 𝟕...