Temiz ve berrak bir geceydi. Yıldızlar kendi arasında sanki hangimiz daha parlak diye aralarında yarışıyorlardı. Şehirden bu kadar ışık yansırken yıldızlar nasıl bu kadar güzel görünebiliyordu? Hayat vardı, umut vardı, insanlar mutlu olmak için bir neden bulabilirdi; tek yapmak gereken bulmak istediğin şeyleri aramaktı. Paulo Coelho, Simyacı adlı kitabında "Bir şeyi gerçekten istersen, onu gerçekleştirmek için bütün evren senin için işbirliği yapar." demişti. Öyleyse insanlar neyi bekliyordu? Kendi istediğini aramak, bulmak için neyi bekliyordu? Bu sırada gözüm gökyüzünden ayrılıp tam karşımızda duran evin balkonuna ilişti. Orada... Karanlıkta bir adam vardı. Simsiyah giyinmiş, karanlık bir adam. Yüzünün yarısı aydınlığı ister gibi ay ışığına bulanmış, diğer tarafı tehlikeli olduğunu bağırırcasına gizli ve saklı. Onu orada bulmamı ister gibi hareketsizdi. Onu bulmasaymışım kendisini görmem için hiç çabalamayacakmış gibi. Kendi içinde ne yaşıyordu da içindeki bu derin karanlıkta kayboluyordu bunu bilmiyordum ve bu karanlığın içinde onu bulması gereken neden bendim ve onu her istediğinde bu karanlığın içinde bulup çekip çıkarabilir miydim, buna da bir yanıt bulamamıştım. Tek bildiğim onun ay ışığına doğru çıkması ve yüzünü, yeşilinin mi kahvesinin mi baskın geldiğini göremediğim gözlerini bana sunmasını istediğimdi. Belki böylelikle karar verebilirdim; aydınlıkta mı yoksa karanlıkta mıydı?