BİR BAHÇIVANI ŞEFTALİLERİNİ YİYEN YEDİUYUKLAYANLARDAN KURTARMANIN YOLU
Monte Kristo Kontu, söylediği gibi o akşam değil, ertesi sabah Enfer kapısından çıktı, Orleans yolunu tuttu. Tam kontun oradan geçtiği sırada uzun sıska kollarını hareket ettirmekte olan telgraf makinesinde durmadan Linas kasabasını geçti ve herkesin bildiği gibi, Montlhery düzlüğünün en yüksek noktasına yerleştirilmiş Montlhlery kulesine geldi.
Kont tepenin eteğinde atından indi, dönerek yükselen on sekiz parmak genişliğinde küçük bir keçiyolundan dağa tırmanmaya başladı. Tepeye gelince, pembe ve beyaz çiçeklerin yerlerini yeşil meyvelere bıraktığı bir çit yolunu kesti.
Monte Kristo çitin kapısını aradı ve çok geçmeden de buldu. Bu, sorgun ağacından yapılmış zıvanaların üstünde dönen, bir çivi ve bir iple kapanan tahtadan bir kapıydı. Kont mekanizmayı hemen anladı ve kapı açıldı.
Kont kendini, yirmi ayak uzunluğunda on iki ayak genişliğinde, bir yanında biraz önce kapı adıyla betimlediğimiz usta işi düzeneği çevreleyen çitin bir bölümü, öte yanında sarı şebboylar ve yaban turpları serpilmiş sarmaşığın sardığı eski kule ile sınırlanmış küçük bir bahçede buldu.
Kulenin böyle çiçekli ve çizgi çizgi görünüşü, yaş gününü kutlamak için yanma torunları gelmiş bir büyükanneyi andırıyordu; eski bir atasözünün dediği gibi, duvarların tehdit edici sesleri ve kulakları olsaydı bu kule korkunç öyküler anlatabilirdi.
Bahçeden geçerken kırmızı kum kaplı bir yol izleniyordu. Yolun kenarlarında Delac-rohc'nın, modern Rubens'imizin gözlerine çok hoş görünecek tonlarda, yıllanmış kaim şimşirler yer alıyordu. Bu ağaçlı yol bir 8 biçimindeydi ve yirmi ayaklık bir bahçede altmış ayaklık bir gezinti yapabilecek kadar yayılarak dönüyordu. Becerikli Latin bahçıvanların güler yüzlü saf tanrıçaları Flora hiçbir zaman çitle çevrili bu küçük toprak parçasında ona gösterildiği kadar titiz ve saf bir tapınmayla onurlandırılmamıştır.
Gerçekten de çiçeklikteki yirmi gül fidanının bir yaprağında bile bir sinekten, bu nemli toprakta büyüyen, bitkileri kemiren ve.yıpratan yeşil bitki bitlerinden bir iz yoktu. Bu bahçede nem eksik değildi: kurum gibi kara toprak, ağaçların ışık geçirmeyen yaprakları bunu yeterince gösteriyordu; zaten yapay nem bahçenin bir köşesine kazılmış, içi kokuşmuş su dolu fıçı sayesinde hemen doğal neme dönüşüyordu; suyun yüzeyindeki yeşil tabakanın üzerinde, kuşkusuz uyuşmazlık yüzünden çemberin karşı iki noktasında birbirlerine sırtlarını dönmüş bir kara bir de su kurbağası duruyordu.
Zaten ağaçlı yolda tek bir ot, tarhlarda parazit tek bir sürgün yoktu; bir küçükhanım, porselen çiçekliğindeki sardunyalara, kaktüslere ve zakkumlara bile, bu küçük bahçenin henüz ortaya çıkmamış bakıcısı kadar özen göstermiştir. Monte Kristo ipi çiviye takarak kapıyı kapadıktan sonra durdu ve tüm mülke şöyle bir baktı.
"Görünüşe bakılırsa," dedi, "ya telgrafçının yıl boyu bahçıvanları var ya da kendini tutkuyla tarıma vermiş."
Birden yaprak dolu bir el arabasının arkasına sinip gizlenmiş bir şeye çarptı: bu şey, şaşkınlığını gösteren bir haykırışla doğruldu ve Monte Kristo kendini, topladığı çilekleri asma yapraklarının üzerine yerleştirmekte olan elli yaşlarında yaşlı bir adamın karşısında buldu. On iki asma yaprağı, bir o kadar da çilek vardı.
Yaşlı adam doğrulurken az kalsın çilekleri, yaprakları ve tabağı düşürecekti.
"Ürün mü topluyorsunuz mösyö?" dedi Monte Kristo gülümseyerek.
"Bağışlayın efendim," diye yanıt verdi yaşlı adam elini kasketine götürerek, "yukanda değilim, doğru ama daha biraz önce aşağı indim."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Monte Kristo Kontu
General FictionDumas klasik romanın kilometre taşlarından biri olan bu yapıtında, Doğu'ya, klasik mitolojiye ve insan psikolojisine duyduğu tutkulu ilgiyi coşkun bir anlatıda, ustalıklı diliyle harmanlıyor. "Dumas kitlelerin tutkularını paylaşmayı ve doyurmayı diğ...