post- alkolik genç yetişkinlik

1.1K 142 99
                                    

benim de birçok insan gibi hayatımın farklı dönemlerinde yalnız hissettiğim olmuştu. hatta yaradılış itibariyle başıma gelen her olaya normalde hissediyor olduğumdan fazla tepkiyle karşılık verdiğim için etrafımdakiler genelde bu durumlarda beni yalnız bırakıp kendi kendime sorunumu aşmama fırsat verirlerdi. bilmiyorum ya da benimle uğraşmak herkes için yorucuydu.

benim için bile.

dersliğimde gözlerimi dinliyormuş gibi önümdeki asistana diktiğimde dikkatimi çeken tek şey heyecanıydı. uzun süredir bu kadar hevesle bir şeyler yapan birini görmemiştim.

uzun süredir hiç heveslenmemiştim.

okul açılalı iki hafta olmuştu hayatım bütün sıradanlığıyla akıp gidiyordu. hatta her şey alışık olmadığım kadar normaldi. bu normalliğin arasında neden bu kadar kötü hissettiğimi asla anlamlandıramıyordum, oda arkadaşımla yaşadığımız pürüzler dışında her şey tıkırındaydı. beni bu denli yorgun hissettirebilecek hiçbir sorun göremiyordum. üstelik herhangi bir sorun görmemem beni daha da berbat hissettiriyordu. kendimi dünya üzerindeki en şımarık ve şükürbilmez insan olarak tanımlamam kaçınılmaz bir hale geliyordu.

sabah gün ışıyana kadar uyanık kalıyor, iki saat kestirdikten sonra sabah derslerime koşturuyordum. okulda da halim farklı sayılmazdı, derslere giriyordum programımda öğle arasına tekabül eden kısma kadar kampüsteki marketten aldığım diyet barları kemiriyordum. eğer öğleden sonra dersim varsa otomatın ucuz kahvesiyle kendimi derste uyanık tutmaya çalışıyordum. dersim olmayacak kadar şanlı olduğum günlerde de yurda dönüp erkek arkadaşımdan çaldığım kıyafetlere sığınarak uyumaya çalışıyordum. kendisiyle iletişimim daha kısıtlı bir hale gelmişti. bundan önceki birkaç haftada ondan habersiz sürekli geziyor olmam onu sinirlendirmiş olmalıydı. böyle olmamızı istemiyordum ama ne düzeltmek ne de bitirmek için gücüm vardı. alkolsüz hayatımın onun hoşuna gideceğini zannediyordum ama yanılmıştım. ama bunun cebime ve vücuduma olan katkılarını göz ardı edemezdim. ayrıca alkolsüz ve ucuz beslenmeyle geçen iki haftadan sonra kredi kartı borcum da büyük ölçüde kapanmıştı. bu ay da dikkatli olursam her şey hallolmuş olacaktı. 

bunun dışında provalardan da eskisi kadar keyif almıyordum. seçmelerde her şeyi berbat etmiştim, heyecandan kafayı yediğim ve oynamayı düşündüğüm tiradın bütün kelimelerini birbirine soktuğum için rolüm oldukça küçüktü. sorun rolümün küçük olması da değildi aslında hatta böyle sağlamca rezil olduğum için üzerimden kocaman bir yük kalkmıştı. prensip olarak her şeyi bok ettikten sonra iç huzura erişmeyi kabul edenlerdendim, ayrıca bir kere  daha bu kadar fena batıramazdım. eh, hal böyleyken ve kendi rezil oluşumla dahi bu derece dalga geçerken beni bu kadar keyifsiz yapan şeyi anlamlandıramıyordum.

düşüncelerim hafta asistanın dersi bitirdiğini söylemesiyle dağılmıştı. derin bir nefes alıp yerimden kalktığımda uyuşuk adımlarımla tiyatro kulübündekilerle komün halinde yaşadığımız kahveciye doğru yürümeye başladım. bu kahveci birileriyle plan yapmadan gelseniz bile mutlaka tanıdığınız insanların olduğu, sözsüz anlaşmaların buluşma noktası mekandı. uzun süredir buraya uğramıyordum, kendimi çocukların yanında fazlalık gibi hissettiğimden onlara haksızlık etmek istemezdim. elimde olmayan şekilde onlara kaba oluyordum ve sevdiğim insanların kalbini kendi kafamda kurduğum saçmalıklarla kırmak tercihim değildi. bir de her ne kadar gündelik utangaçlığımın düşük bir kısmını oluştursa da yanaklarımda tiratlardan kalma bir kızarma vardı.

bilirsiniz, anlattığım kadarıyla bile dünyanın en şanslı insanı olmadığımın kanıtlayacak nitelikte bir sürü olay yaşıyordum. zaten o insan olmak adına bir beklentide değildim ama bazen bu kadar bahtsız olmak canımı sıkıyordu. mesela tam şu an içinde arkadaşlarımdan oluşan bir kalabalığı beklediğim kahvecide yalnızca minho hyung ve sevgilim oturmuş kahkahalar atarak muhabbet ediyordu. ayrıca geri dönmek için çok geçti çünkü kapıdan gelen minik zil sesinden sonra ikisi birden yüzüme dönmüş el sallıyordu. rol yapmak konusunda kötü olmasam da duygularımı yüzüme yansıtmamı engelleyemiyordum. muhtemelen bozuk süt içmiş ya da umumi tuvalet yanından geçiyormuşum gibi bir ifadeyle gülmeye çalışırken el sallıyordum.

yanlarına adımladığımda üzerimde arkadaşının ailesiyle karşılaşmış çocuk utangaçlığı vardı. ne yapacağımı bilemeden ikinin oturduğu ve genelde ilk gelenin kaptığı yumuşak kanepe yerine karşılarındaki sandalyeye geçmiştim. şimdi hemen önümde her ne kadar eskisi kadar olmasa da hala uyuzlandığım minho hyung ve onun hemen yanında nam-ı değer sevgilim donghyun vardı. ikisine de ne demem gerektiğini bilmiyordum, gerçek hayatta da mesajlaşırken olduğu gibi çıkartma kullanma seçeneğinin olmaması çok büyük bir eksiydi.

kasıntı şekilde gülümsedim "selam!" planlanmış kadar senkronize bir karşılık aldıktan sonra tekrar onlara döndüm "nabersiniz?"

kesinlikle ne yaptıkları ve nasıl olduklarıyla ilgilenmiyordum.

masada takip ederken zorlandığım bir muhabbet dönmeye başlamıştı, katılmadığımı söyleyemezdim ama neyin espri neyin ciddi olduğunu anlamak için önce diğerlerinin ifadelerini izlemem gerekiyordu. eğer ikisi birden gülüyorsa ben de eşlik ederek kahkaha atıyordum, eğer zıtlık içeren bir yere kayarsa gözlerim ikisi arasında mekik dokuyordu. kendimi kim kardashian hollywood oynuyor gibi hissediyordum, önce etrafımı inceliyor sonra beynimin oluşturduğu seçeneklerden en makul olanı bulup yeni görevimi bekliyordum. bu durum bana hem ücretsiz hem de bilinç dışı bir deneyim fırsatı sunuyordu. kendi kendimi bu oyuna kaptırmışken kafamın içindeki minik hyunjinler ile hayatımızı hep böyle devam ettirdiğimize dair derin bir tartışma içine girmiştim. bu yüzden minho hyung beni masaya yaslandığım için açıkta kalan belimden dürttüğünde bir anlığına sıçrama gafletine düşmüştüm.

bu hayatta nefret ettiğim sayısı oldukça fazlaydı. bunlardan bir tanesiyse hemen hemen on beş saniye kadar önce gerçekleşmişti bile. ben dürtülmekten tam anlamıyla nefret ederdim. aynı zamanda lafımın bölünmesinden, ciddiye alınmamaktan, yumurtanın beyazından ve beni tikimin olduğu yerden dürttüğü için lee minho'dan nefret ettiğim genellemesini yapabilirdim.

sıçrama konusu için gaflet demekte sonsuz bir haklılıktaydım çünkü tikimin anlaşılması, minho hyungun onunla oynamasını beraberinde getirmişti. dürtülmekten gerçekten hoşlanmıyordum ve minho hyung parmağını belime yakın o boşluğa her değdirdiğinde istemsizce hareketleniyordum. hem ne zaman bu samimiyete ulaşmıştık? dur dememin hiçbir etkisi yoktu, nefret ettiğim şeyler listesindeki ciddiye alınmamak maddesine de koca bir tik atılmıştı. şimdi ne yapacağımı bilemez halde reflekslerimin konuşmasına izin veriyordum. havaya salladığım yumruklarımdan biri en sonunda minho hyungun çenesine geldiğinde şaşkınlıkla suratıma bakakalmıştı. 

çok utanıyordum ama geri adım atmaya niyetim yoktu. sonuçta benim hassasiyetlerimle oynayan oydu. ayrıca sevgilim bundan nefret ettiğimi bilmesine rağmen kılını bile kıpırdatmamıştı. kulağa küçük gibi gelen bu bir sürü olay rutin tatsızlığımla birleştiğinde dramasever ruhumun ipleri ele alması kaçınılmazdı. 

çantamı hızlıca kapıp kendimi oradan attığımda göz yaşlarım benden bağımsız olarak akıyordu. tam olarak neye ağladığım hakkında hiçbir fikre sahip değildim ama kahveciden çıkarken arkamdan birkaç adım atmış sevgilimin bunu gördüğüne emindim. görmüştü ama yanıma gelmemişti. 

bana ne olduğunu bile sormamasıyla beraber, daha şiddetli bir şekilde ağlayarak yürümeye devam ediyordum. etrafımdaki insanlar muhtemelen salak olduğumu düşünüyordu çünkü tam şu an ceketimin düğmeleri yanlış ilikli tek kolumdaki çantanın fermuarları açık halde ağlıyordum. şu an hiçbiri umrumda değildi, belki birkaç saat belki de birkaç gün sonra uykumu kaçıracaklarından emindim ama bulunduğum zamanın sınırlarında aklıma takılan son şeylerdi. neden ağladığımı anlayamadıkça iyice sinirlerim yıpranıyordu. 

annemi aramam lazımdı, ne yapacağımı bilmediğim her anda yaptığım gibi onu aramalıydım. ne olduğunu anlamazdı, bana güzel tavsiyeler veren biri de değildi ama ağlarken kavuşabildiğim tek sıcak kucak ona aitti. tek isteğim onun yanında olabilmekti; beni hissederdi, kötü olduğumu anlardı. seçim yapma ve hareket etme becerilerim beni hayal kırıklığına uğrattığında ayağa kalkmama yardım ederdi. okulun içinde deli danalar gibi bir o yana bir bu yana adımlarken vücudumun kontrolünü yedi yaşındaki hyunjin'in aldığını çok iyi biliyordum.  kendimi boş bulduğum ilk dersliğe attığımda içimdeki çocuğun, başarısız genç bir yetişkin olan beni ele geçirmesine tamamen izin verdim.

annemi arayıp hiçbir şey demeden saatlerce ağladım, o da benim ağlamamı hiçbir şey demeden saatlerce dinledi. 



yazım hataları ve diğer her şey için özürler özürler

bir de çok sıkıldım nasılsınız

so what|| hyunhoHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin