haftada dört gün yaptığımız provalar yönetmenimizin kolunu kırmasıyla aksayınca hayalini kurduğum tek şey güzelce uyuyabileceğim bir hafta sonuydu. ancak işler yine planladığım gibi gitmeme konusunda kararlıydı, annemin attığı yoğun tribe dayanamayarak evime gelmiştim.geçen iki ayın sonunda evimde olmak çok garip ve oldukça bir duygu bütünüydü. onlardan uzaktayken özlem alışık olduğum hislerdendi ancak kapıdan içeri girdiğim andan beri yüreğimde yatan kızgınlık ön plana çıkıvermişti. neye ya da kime karşıydı anlaması çok zor sınırları vardı. nasıl bir bağlamda olursa olsun bir şekilde çok kızgındım işte. odam aynı odam, ailem aynı ailemdi. hatta inanması güçtü ama yan dairedekilerin tartışma konuları dahi aynıydı. önceleri içimi sıcacık yapan bu tanıdıklık neden şimdi bana eziyet ediyordu?
anlaşılan ben bir hayli değişmiştim.
kızgınlıkla beraber değiştiğimi fark etmemin yarattığı suçluluk ensemdeydi. bütün bu karanlık hislerin içinde anneme sarılmanın keyfini bile çıkaramıyordum. artık babacığının aslan oğlu değildim, annemin notlarımdan gururla bahsettiği o uslu çocuk da. daha çok alkol batağının arasında sanat sepetle ilgilenen yumuşak herifin tekine dönüşmüştüm. evden ayrılıp kıç kadar yurt odama yerleştiğimden beri çok daha kendimdim. fakat buna sevinmem gerektiğini bildiğim halde yaptıklarım hata mı diye düşünmekten kendimi alamıyordum. olduğum kişi gibi davranmanın bana bu kadar yük olmasına sebep oldukları için kızgındım anlaşılan.
trenim incheon'a sabahın erken vakitlerinde gelmişti. babam yüzünde ailenin tek evladının o yüksek başarılı okullardan birinden dönmesinin verdiği gururlu gülüşle beni karşılamaya gelmişti. yıllar boyu görmeyi hayal ettiğim o bakış nedense bavulumu arabanın arka koltuğuna yerleştirirken çocukken ağlayarak kaçtığım palyaçonun gülüşüne dönüşmüştü. o tebessümü bir anlığına görmek için kaç gece çalıştığımın, nelere göğüs gerdiğimin haddi hesabı yoktu. üstelik okulu kazanıp eve döndüğüm her seferde beni bekleyen bu gülüş ilk kez canımı yakmaya başlamıştı. gördüğüm andan itibaren tek hayalim bir an önce eve varmak ve annemin kolları arasına girmekti. kaçıp sığınabileceğim bir yere ihtiyacım vardı. babamın uzun ve derin soluk sesi bile tüylerimin diken diken olmasına sebep oluyordu. konuşma arasında verdiği rahatsız edici boşluklar ilkel ve vahşi içgüdülerimi tetikliyordu. yaşadığım hayal kırıklığı ve bunca sene verdiğim emeğin bir hiç olması beni çılgına çevirmişti.
sinir harbi yaşadığım bir yolculuğun sonunda eve geldiğimde beni karşılayan masa bir anlığına bunları unutmamı sağlamıştı tabii. uzun süredir görmediğim kadar çeşitli kahvaltı vücudumun artık bana iyi bak uyarılarını dindirmeye yetmişti. ara sıra babamın keyifli kahvaltı anımızı bozan eleştirilerine kulaklarımı kapadığım sürece keyfim trenden indiğim andakine kıyasla oldukça yerindeydi. yine de o yanlışlık hissi içimde bir yerlerde sinsice yeşeriyordu. en keyifli kahvaltımda, annem ağzıma bir şeyler tıkıştırırken attığım yalancı nidalarda dahi ensemde nefesini hissediyordum. onu unutmak için anneme yapışsam, saçlarımı okşatsam bile benimle beraberdi. kafamın içinde sürekli ve rahatsız edici bir sesle, okulda dönüştüğüm kişinin şu anki huzurlu tablodan ne kadar uzak olduğu yankılanıyordu. ben artık buraya ait değildim sanki. ya da aitlik hissettiğim zamanlarda bile bunun yalan olduğunu fark etmenin bastırılmış kuyruk acısıydı bu. ünlü bir ressamın ustalık eserine damlamış tek bir noktacıktım.
zamanla kızgınlık kendini vicdan azabına bırakmaya başladı. annem sırf babamın eziyetinden uzak kalayım diye beni bin bir yalanla dışarıya yollarken delicesine yıpranmıştı. bana iyi biri olmayı, dua etmeyi ve kiliseye mum dikmeyi öğretmişti. şimdilerde tanrı korkusu kalmamış iğrenç birine dönmüştüm, hoş benim gibi bir ibnenin de tanrı tarafından sevileceği yoktu. bunlar bana sunulmuş seçeneklerden kendi seçimlerim değildi. ancak düşününce onlar da yalnızca benim iyiliğimi istemişti. ve elbette ki, beni sevmediklerini söyleyemezdim. zaten annemin benim için yaptıkları hakkı ödenemez şeylerdi. belki babam da daha iyisini görmüş olsaydı bana da farklı davranırdı. bir şekilde, yanlış yollarla da olsa seviyorlardı beni.
peki ya öpüştüğüm erkeklerden, yaptığım renkli makyajlardan, geceleri gittiğim o kulüplerden haberdar olsaydılar; her şey aynı kalabilir miydi?
bir şekilde içimde yatan ve beni iyi hissettiren o şeyle karşılaştıklarında şu an yüzlerine kondurdukları o gururlu ifadenin söneceğini biliyordum. her koşulda beni destekleyen annem bile bana arkasını dönecekti. babam belki çocukken beni yeteri kadar dövmediğinden şikayet ederdi, daha çok erillik beni adam yapardı. gerçi babamın beni kapının dışarısına atacak cesareti de olmazdı, oğlunun götünü siktirdiğini kimseye duyurmaya niyetinin olacağını sanmazdım. fakat bilirdim, eğer bir anlığına kim olduğumu öğrenseler, aynı evin içinde yüzüme başlarına gelen bir sınavmışım gibi bakarlardı. tanrı korusun dedikleri bir şeye dönüşmüş olurdum.
saklasam da olmamdan utanç duyacakları her şeydim ben.
bu yüzdendi vicdan azabım. benim için her şeyini veren bu insanlara karşı suçluluk duymaktan kendimi alamıyordum. çok sağlıksız bir histi, onların çocuğu olmayı ben seçmemiştim ama boynuma dolanan minnet borcu nefesimi kesmeye başlamıştı. kimse toplum standartlarına uymayan bir evlat istemezdi, kimse geceleri uyuyamadığında sabahına uyanmamak için saatlerce yalvaran birine bakmak istemezdi. kim en küçük başarısızlıkta benim gibi yere yıkılan birine yıllarını ve uykusuz gecelerini vermeye razı olurdu ki?
dışarıdan gözüktüğündeyse her şey yolundaydı.
çocukluk kitaplarımın arasında parmaklarımı gezdiriyordum. kızgınlık yine göğsümün ortasında ev edindiği o yerine gelmişti. kanım kaynıyordu sanki, okulda yeni hayatlar tanıdıkça karşılaştığım hayal gibi yaşamlar geliyordu aklıma. beni bu kadar güvensiz hissettirdikleri için hayata geriden başlamıştım. onlara yardım için yalvardığımda kulaklarını tıkadıkları için geceleri yatağımın içinde bu kadar acı çekiyordum. annem cesaret gösterip beni bu adamdan kurtarmadığından yaptığım en küçük hatada insanların bana vereceği tepkilerden korkmaya başlıyordum. hatta annem erdemli bir evlat olmam için bütün bunlara maruz kalmama sebep olmuştu. babam bana her kötü davrandığında beni özür dilemeye mahkum ettiğinden hakkımı savunmayı öğrenememiştim ben.
ancak babamın eziyetleri yanında benim için bunca zaman o kadar fedakarlık yapmış, o kadar kendinden vermişti ki içimden dahi olsa ona kızamaz hale gelmiştim. benim için yaptığı bütün o şeyler onu seven ailesi tarafından o kadar çok yüzüme vurulmuştu ki onu kutsal bir varlık olarak görmekten kendi kusurlarımı kabullenememiştim. onun kusurları olabileceği fikriyse düşünmeye bile cesaret edemeyeceğim bir şeydi. annem yaptığı bütün o iyiliklerle beni öyle bir yükün altına sokmuştu ki kendime sinirlenmeyi bile hak görememiştim. hayatım onun parçaları üzerine inşa edilmişti. babamın kaybettiklerini kazanmak için çalışan annemdi, beni okutan annemdi, salondan yükselen alkol kokusunun ardında beni her şeyin iyi olduğuna inandıran annemdi. ona nasıl kızabilirdim?
bütün bunlar benim şımarıklığım olacaktı anlaşılan, iç sesimin her üzüldüğümde söylediği gibi.
şimdi yine sinirimi bastırmak zorundaydım, elime delifişek'i almış sayfalarını karıştırırken susmalıydım. sonuçta bunca zaman onlara ne kadar güzel bir evlat yetiştirdikleri söylenmişti. kendi kendine bile katlanamayan başarısızlık yuvası biri olduğumdan haberleri yoktu. olur onlara patlarsam yaşayacakları şok onların naif kalplerini parça pinçik ederdi. rahatlamak için ağlasam yardım çığlıklarımı görmezden gelen onlar değilmiş gibi iyi davranırlardı.
peki neden beni bu mutsuz evliliğin bir parçası yapmışlardı?
gittiğim hiçbir yere ait değildim artık, ne bu eve ne arkadaşlarımın arasına. ne sevdiğimin kolları arasına ne de bu saçma evliliğin arasına. aile evinin içinde yapay mutluluğumla otururken kendimi bütün bunlar üzerine şaka yapacak kadar bile iyi hissetmiyordum.
on dkda yazdığım bölüm ile slm
hyunjini anlamak için bu bölüme ihtiyaç vardı diye düşünüyorum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
so what|| hyunho
Teen Fictiongökkuşağı olacak bir gün yaşam tüm erkeklerin altından geçtiği.