sahneye çıkmamıza birkaç gün kala yaşadığım mide bulantılarını görmezden geliyordum. aslında bu konu üzerine düşünmeye bile vaktim olduğu söylenemezdi. kişisel buhranlarım ve kostümlü provalarının arasında minho'nun dudaklarından birkaç öpücük çalıyor, ardından minho'yla uyuyabilmek için olabilecek bütün senaryoları değerlendiriyordum.yurtta yaşayan iki aşık olmak çok zordu. yurtta yaşan sürekli varoluşuna dair bilinmezliklerle kafayı bozmuş biri olmaksa daha zordu. ilk konuyu bir şekilde çözebiliyordum çünkü. dudağımı büktüğüm anda ve başka insanlara göstermekten utandığım yumuşak tarafımı bir anlığına minho'ya açtığımda beklemediğim bir ilgiyle karşılaşıyordum. benim için oda arkadaşını yolluyordu ya da fakültedeki temizlik görevlilerinin mutfağındaki kanepeye sığışıyorduk. sonunda sırt ağrısı çekeceğimizi biliyordum ama birine nazının geçmesi çok güzel bir histi. naz yapmak hayatıma yirmilerimin başında girmişti ama şimdiden ona alışmıştım.
ancak kendimi anımsadığım ilk andan beri tanışık olduğum bir his vardı ki beni şu son zamanlarda iyice fena bir adam yapıyordu. ben sevme arzusuyla yanıp tutuşuyordum. bu sadece aşkı ilgilendiren bir istek ya da yürek yangını değildi; ailemi, arkadaşlarımı, hayvanları, soğuk kış geçtikten sonra filizlenen otları ya da belki bütün insanları ve sayamadığım her şeyi sevmekti bahsettiğim. sevmek benim yüreğimden kopup geliyor ve etrafıma yayılıyordu sanki. taşıp gelen sevginin dalgalarına hakim olmak çok zordu. köpüklerin arasında yanlış bedenleri boğmak, kendi sularımda kaybolmak alışmadığım şeyler değildi bu yüzden.
işte tam da bu dünyaya şefkat vermek için geldiğimi düşünüyordum. içinde olduğum kalıplar bir anda silikleşiyor ve anneme dönüyormuşum gibiydi. omzumdaki erkeklik eğilip bükülüp bir şekilde bana uyum sağlıyordu. kişiliğim, kimliğim beni diğerlerinin arasındaki ötekine çeviriyordu. zaten öteki olduğumu kabul ediyorudum. heteroseksüel, beyaz bir erkekle benzerlikler listesi yaparsam elde bir kalıyordu. sevmeye başladıkça hayatla olan kavgamın bir anlamı var gibi hissediyordum. beni diğerlerinden ayıran şey de diğerlerinden özel yapan şeyde sahip olduğum sevgiydi.
yine de sevmenin hayat kavgamı durduramadığı bir gerçekti. benim hayattan beklediklerim içimden akan sevgiyi doğru kişilere vermekse neden bu kadar hırslıydım? kafamda öylesine idealize ettiğim yeni biri için ne demeye kendimden bu kadar nefret ediyordum? sanki sadece üzerine kendimi parçaladığım şeylerin kavgamda bir anlamı var gibiydi. ve ancak sahip olduğu anlamı düşünürken kendimi mutlu bulacağımı düşünüyordum. acının anlamlanıdırlma talebine boynumu eğiyordum.
elimdeki oyun metninin üzerindeki abuk subuk çizimlere bakarak daldığım düşünceleri geriye atmak zordu. emma, emma'nın kişilikleri john, meredith ve konstantin dışında etrafımdaki insanların varlıklarına odaklanmak daha cazip hissettiriyordu. günlerim aralıksız provaların içerisindeyken herkes repliklerinden oluşuyor gibiydi.
fakat bunu da seviyordum, tiyatro bana hastalıklı bir aşk gibi yakışmıştı. küçücük rolüm ve heyecanımı bastıramayışım hiç önemli değildi. bir şeyi sadece sevdiğim için yapmak inanılmaz bir histi çünkü. bana çok şey öğretiyor ve olgunlaştırıyordu. buraya kadar epey sağlıklı duyulsa da oyunun karamsar havası bütün krizlerimi tetikliyordu.
tiyatronun hastalıklı aşkım sayılmasındaki başka bir sebepse sadece üzerine yorulduğun şeylerin mutluluk verici olduğuna dair geçmişte bir zaman öğrenip kanun saydığım düşünceleri güçlendiriyor olmasıydı. minho ya da çocuklarla olan ilişkim bu düşüncemi kırmaya başlasa da içimde bir yerlerde bu inanç hala yaşamayı sürdürüyordu. sanki şimdiye kadar çektiğim bütün acıların anlamlı olma çabasıydı bu. her ne kadar reddetsem de benimle beraberdi. kendimi birini ya da bir şeyi sevdikçe üzerine zaman harcayacağıma ikna edemiyordum. biliyordum ama bütün doğrularımın değişmesi zaman alacaktı.
sonuçta koskoca bir dünya bize rahat sevmenin gerçek sevgi olmadığını öğretmişti. ve onlara göre sevgi ancak acı çekilirse değerliydi.
sonunda okumakla uğraştığım oyun metninin bir işkence aracına döndüğünü anlayınca bu hayatta yalnızca sevdiğim için yaptığım sayılı şeylerden birini de mahvetmekten korkarak başka bir şeyle ilgilenmeye karar verdim. changbin yanımda okulun spor salonunda çıkan yangından bahsetmeye başlamıştı, seungmin ise onu evrenin sırlarını dinliyormuş gibi dikkatle takip ediyordu. en son toptan korktuğum için yakar top takımına seçildiğim ortaokul yıllarımdan beri alakamın olmadığı konseptlerdi bunlar. ayrıca basmak kelimesi sadece minho'yu çağrıştırıyordu artık.
gülümseyerek yanlarından kalktım ve ikisinin de saçlarını bozup koşmaya başladım. naz yapma dışında şımarma kilidim de açılmıştı. nasıl olduğunu anlamasam bile bazen benden çıktığına bin şahit isteyecek tatlı tonlar dudaklarımın arasından kaçıveriyordu. hareketlerim üzerine obsesifçe düşünmediğimde soğuk nevaleliğimde inanılmaz bir düşüş söz konusuydu anlaşılan.
sporla alakasızlığım tekrar kendini belli ederek koşuşumun erkenden bitmesini sağladığında odamın yolunu tutmaya başlamıştım. oda arkadaşımla yaşadığım sorunlar beni çıldırtsa da bu hafta giyecek bir şeylere sahip olmak için çamaşırlarımı yıkamam gerekiyordu. ayrıca oda arkadaşım sevgilisinden ayrılmışken daha çekilebilirdi. odanın içinde onun iğrenç heteroseksüel vıcıklıklarını dinlememek huzurumu biraz olsun sağlamaya güzel bir sebepti.
şimdiyse sıradaki spor meydan okumam karşımdaydı. kampüsün yurtlar bölgesine gelmişken en üst kattaki odam için biraz daha kondisyon sahibi olmam gerekiyordu. üstelik yurdun merdivenlerinden yükselen leş gibi ucuz erkek deodorantı kokusuyla aram pek iyi sayılmazdı. bu yüzden sanki düzenli bir sigara kullanıcısıymış gibi nefes almayı göze alarak hızlanıp kapıma vardım.
beni kapının önünde ne olduğunu bilmediğim, siyah bir çöp poşeti bekliyordu. ağzı bağlı değildi, oda arkadaşımın sevgilisinin ona çizdiği birkaç tablo ve kızın odamızda kalmış birkaç kıyafeti tıkıştırılmıştı. aralarında geçen birkaç ayın siyah bir çöp poşetinde öylece duruyor olması gereksiz bir duygusallık bastırmasına yol açmıştı.
bir naylonun beni bu denli drama kralına çevirmesinde haklı sebeplerim olduğuna kendimi ikna sürecim başlıyordu şimdi. belki abartıydı ama insanların çöpleri çok fazla şey anlatıyordu. ne yaptığını, ne yediğini, neye değer verdiğini ve çok daha fazlasını. oysa aradaki sevgiyi anlatan birkaç parça eşyanın öylece yok oluşunu izlemek onları kimliksizleştiriyordu.
hayatta üzerine üzülecek bu kadar çok şey varken oda arkadaşımın çoktan unutulmaya başlanan eski sevgilisinin emeklerine ağlamam anlamsızdı ama hayat romantikleştirilmeden yaşanmıyordu. eh, benim çöplerimde de kondom paketleri, hazır erişte kutuları ve bira kapakları varken daha fazla konuşmaya da hakkım yoktu.
HAYATIMDA O KADAR FAZLA ŞEY OLDU VE HALA OLMAYA DEVAM ESŞYOR Kİ
neyse kendimle gurur duyuyorum ve terapistime so whatı anlattım 😭😭
ŞİMDİ OKUDUĞUN
so what|| hyunho
Teen Fictiongökkuşağı olacak bir gün yaşam tüm erkeklerin altından geçtiği.