godot'yu daha ne kadar beklememiz gerekirdi?
şu an koskoca bir tiyatro salonunun ortasında öğrenciler için ayrılmış koltuklarda seungmin ve changbin'in ortasında oturmuş nefesimi tutarak oyunu izliyordum. izliyordum ve kalbimin heyecanla atışını görmezden gelmeye çalışıyordum. iki genç aşığın arasında, bütün kaçamak elleşme keyiflerini mahvetme işini üstlendikten sonra gogo ve didi'nin bir sonuca ulaşamayan korkunç tartışmalarına büyülenerek bakıyordum.
üniversiteye geçene kadar tiyatroya karşı böyle abartılı bir ilgim olduğundan bihaberdim. ancak gogo ve didi'ye bakarken; bomboş bir sahnenin ortasında var olmalarını irdelemelerini seyrederken hissettiğim duygu yoğunluğu beni umutla tanıştırıyordu. yapmayı sevdiğim ve bir gün kendimi var etmek istediğim yeri tanıyordum. yanaklarımın kızardığını, her an aklımdan geçen milyonlarca düşüncenin bir sıraya girebildiğini fark etmem zor değildi.
bu güzellikle daha önce tanışmak keşkelerimden olduysa da orta sınıf bir aileden geldiğinizde sanat sepet işlerinin elitizme bağlanılabilirliği yüksekti. bir de babanızın biricik oğlu olmak kim olduğunuzu bile bilmediğiniz zamanlarda sahip olunabilecek en yüksek mertebeyse matematiğin yerini alabilecek bütün ihtimaller ortadan kalkıyordu.
sahnenin tam ortasına konulmuş ve yapay olduğu her halinden belli ağaca bakarken bile bu kadar hevesli olmam alışılmışımın çok dışındaydı. kendimle verdiğim savaşın kalanlarından kim olduğumu bulmaya çalışıyordum. bu yolculukta birilerinin yanımda olmasıysa daha çok yeni hayatıma girmiş kavramlardandı. seungmin ve changbin beni evlatlarıymışım gibi beraber gidebilecekleri tiyatroya getirdiklerinden beri sırıtmama engel olamıyordum. oynanmak için yazılmamış bu absürt tiyatro klasiğini amatör bir kumpanyadan izlemek, hafızamın içine hiç silinmemek üzere çocuklar tarafından özenle yerleştirilmişti.
bir anlığına uzun süre sonra gerçekten mutlu olduğumu fark ettim.
karın içinde ayak parmaklarım buz tutmuşçasına donduktan sonra kalorifere yaklaşmışım gibi. hissetmeye hatta yanmaya başlasalar bile içimi ısıtıyormuş gibi. ya da babam hata yaptığımda bir seferliğine olsun bana kızmamış yanaklarımı okşayıp "olsun, oğlum." demiş gibi. içimin bu kadar ısındığını, ilgiye ne kadar muhtaç olduğu tekrardan yüzüme çarpmıştı. ama bu sefer her zaman yüreğimin bir köşesinden yükselip fiziksel bir hale bürünen o acı yoktu. insanlar ben olmadan da mutlu mu diye sormama sebep olacak o güvensizlik de çok uzaktaydı. yalnızca anın tadını hissediyordum.
sahnenin sonu geliyordu, ben de herkesle beraber ayağa kalkıyordum ama alkışlarımın kuvveti bambaşkaydı. oyuncuların tam gözlerinin içine karşı olağanca parlaklığımla baktığımı biliyordum.
çocuklar da hazır iki yanımda ayaktayken onları kollarımın altına almıştım. inanılmaz duygusallığım herkesçe bilinse de yansıtmaktaki sıkıntılarım da bir o kadar meşhurdu. bu yüzden changbin boyunun verdiği avantajla göğsüme iyice sokulmuştu. seungmin'in sırtımdaki elini hissediyordum. içimdeki bir yerlerde eksik kalan o tabloya yıllar sonra fırça darbeleri vurulmuştu.
godot gelmek bilmeyecekti belki, yarına kalmak için her zaman bir neden bulamayacaktım ama tablonun bitmesini beklemek için yaşamalıydım. yüzümde sımsıcak ama şapşal mı şapşal bir gülümseme vardı.
tebessümümden nasibini almış changbin bana dönmüştü bile. "istersen kulise girmeye çalışalım," yüzünde babacan bir ifade vardı "çok heyecanlı gözüküyorsun da."
aslında bunu düşünmemiş değildim. genelde böyle girişkenlikler için en uygun kişi sayılmazdım. ama changbin beni mutlu etmek için her şeyi yapacakmış gibi gözüküyordu, yine de ne oyuncularla ne de yönetmenle tanışma merakım vardı. belki beckett mezarından çıksa ve yanıma otursa onunla konuşurdum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
so what|| hyunho
Teen Fictiongökkuşağı olacak bir gün yaşam tüm erkeklerin altından geçtiği.