son dönemlerde kulüpte yaşadığımız açık depresifliği temellendirince aklıma yalnızca çalıştığımız oyun geliyordu.
insanlar, mekânlar ve eşyalar.
oyunun üzerine kurulduğu noktalar, üzerine düşündükçe hepimiz için can acıtıcı hale geliyordu. bahar döneminin başındaki hafif tempomuz yerini oyunun çıkmasına kalan bir ayla beraber uzun prova saatlerine bırakırken işler iyice sarpa sarmıştı. yönetmenimizin seçmemiz için sunduğu oyunların arsından daha modern bir fikirle insanlar, mekânlar ve eşyaları seçtiğimizde günlerimin çoğunu üzerine kuracağım bir konuyu da hayatıma aldığımdan habersizdim. bağımlı bir genç kadının geçmişiyle yüzleşmesi ve rehabilite olması, oyun metnini okurken ne kadar derinden etkilese de üzerine düşünüp saatler verdikçe anlamsızlaşmaya başlamıştı. sözcükler ağzımdan çıkarken ne söylediğimden habersiz gibiydim. oyun günü yaklaştıkça sahnenin gerilerindeki önemsiz rolüm beni delüzyonun içersinde kaybolmaya itiyordu. ancak minho'nun parmakları avuçlarımın arasındayken ben de iki kişilik dünyamdaki baş karaktere dönüşüyordum.
minho istisnasını yok sayarsam yaşadığım bütün bu duygu durumu artık sadece bana özel değildi. okulun içindeki o büyük sahneye çıkmak için hep beraber hazırlanıyorduk. oyunun içeriğiyle bunalım kulüp içinde evrensel bir dil haline gelmişti. pazar provaları dahi en az sekiz saat sürüyordu, kulüp arkadaşlarımı bütün hayatım boyu babamı gördüğümden daha çok görmüştüm. üstelik bu komün yaşamda diğerleriyle empati yapmam hiç zor değildi, akademik kaygılarım, bağımlılık ve yüzleşmeler üzerine saatlerimizi harcadığımız bir kara komediyle birleşince zar zor toparlayabildiğim ruh halim epey karmaşıklaşıyordu. bir anda tiyatro hayatımın en büyük parçası oluvermişti. beni tedavi eden de omuzlarımın üzerine en büyük baskıyı bırakan da oydu. sahnenin üzerinde bacaklarımın titremesi azalmıştı artık, yönetmenimizin dakikalarla geç kaldığımızda kullandığı yüksek desibel kulağımı acıtmıyordu. hatta bir şekilde kendimi bu kaosa ait hissetmeye başlamıştım. ışık provalarında, dekorların arasında hatta kostüm tasarımında fikirlerimi çekinmeden söylerken kendimi ciddiye alınmayı başarmış, parlıyormuş halde fark ediyordum.
üzerinde olduğum sahne kampüsümüzdeki en büyük olmakla beraber bütün kentteki en iyi sahnelerdendi. sahne tasarımı üzerine kurduğumuz plan beni heyecanlandırıyordu. sahnenin tüm hakimiyeti bizdeydi. yarı saydam, tekerlekli paravanlarla mizansenlerin rehabilitasyon merkezinden eve geçişleri sağlıyorduk, kurduğumuz düzenin arkasından gelen ışık oyunlarıyla baş karakterin korkularından, kendiyle temasına kadar her hissi tırnak etlerini yolacak kadar gerici bir yolla ortaya koyuyorduk. oyunun kurulduğu basamakları temsil ediyordu bu. emma'nın kabullenişini ve zorlu yolculuğunu bir metafora çevirmiştik. bu yolculuğun içinde olduğum sürece paravanlarla gizlenmiş, sahnenin arkasında öylece var olan biri olmak benim için hiç önemli değildi. anlamlı bir işin parçasıydım, emma'nın anlam verdiği koca sahnede benim de yerim vardı. ilk kez tiyatronun içerisindeyken en iyi ya da en göze çarpan olmadan nasıl mutlu olabileceğimi öğreniyordum. bu yüzden oyunun bize verdiği o bunaltıcı havayı görmezden gelmek benim için daha kolaydı.
provanın geç başlayacağı cumartesi günü jisung ve minho'yla yemekhanede sessizce kahvaltı ederken de oyun hakkında düşünüyorduk. oyunu seçerken bağımlılık hakkındaki keskin fikirlerimizin nasıl törpülendiği hakkındaydı kafamızın içindekiler. kontrol sınırlarının dışında gezmekten ve şeyleri elinde tutmanın imkansız olduğu noktalara nasıl vardığımızdan habersizdik. hayatımızda elbette seçmediğimiz çok şey vardı ancak işlerin emma için geldiği nokta, istediğin okulu ailen yüzünden seçememekten ya da internet bağımlılığından çok daha farklıydı. ama bir şekilde aslında benim için önemsizleşmeye başlamış kelimelerin yazıldığı oyundan o karakteri anlıyordum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
so what|| hyunho
Teen Fictiongökkuşağı olacak bir gün yaşam tüm erkeklerin altından geçtiği.