Bizi güçlü yapan neydi? Korkularımız mı, cesaretimiz mi? Beni güçlü yapan her zaman korkularım olmuştu. Belli bir zaman sonra ise korkularımın aslında birer vazgeçiş olduğunu öğrenmiştim. Bir şeyden vazgeçmek istediğimde korkuyu öne sürer ve o şeyden kaçardım. Kaan'dan, annemden, Ebru'dan, babamdan ve şu an aklıma gelmeyen çoğu şeyden. Garsonun masaya bıraktığı salatadan dolu bir çatal aldım. Tam on beş dakikadır mesaj atan kişiyi bekliyordum daha ne kadar bekleyeceğim ise merak konusuydu.
Karşımdaki sandalye sürüyerek çekildiğinde alttan alttan kimin geldiğine baktım. Çatal elimde donup kaldı, gözlerim titreşti.
Önüne gelen sarı saçlarını kulağının arkasına tıkıştırdı. Beyaz yüzü ortaya çıktı. Yemyeşil olan gözlerini benim kahverengilerime dikti. "Çok beklettim mi?"
Konuşamadım. Çatalı yavaşça masaya bırakıp sırtımı dikleştirdim. "Senin ne işin var burada?"
Alayla bana baktı. Yeşil gözlerinde öfke vardı ama öfkeden de tehlikelisi o gözlerde umut vardı. "Mesaj atan bendim Tanya."
"Ne zaman döndün?" diye sordum. Onun dönmesi her şeyin felaketi olurdu.
"Döndüğümü tek sen biliyorsun endişelenme," dedi uzun parmaklarıyla oynayarak. "Ama bu ne zamana kadar devam eder bilemem."
Beni tehdit etmesine başımı iki yana sallayıp güldüm. "Beni tehdit edecek konumda değilsin." Salatamı yemeğe devam ettim. Bu onu iyice sinirlendi. Çakmak çakmak olan gözlerini öfkeyle suratıma dikti.
Ağır ağır salatımı çiğnemeye devam ettim. "Tanya, ben şaka yapmıyorum."
Bembeyaz olan yüzü şimdi sinirden kıpkırmızı olmuştu, bu beni eğlendirdi. Onu tiye aldım. "Fark ettim."
Öfkeyle nefes alıp verdi, sınırlarını ne kadar zorlayacağını görmek zorundaydım. Bir zamanlar arkadaşım olan kadınla şu an neden karşı karşıya geldiğimi bilmiyordum. Bu sorunun cevabı da Elza'daydı.
Elza her zaman açık bir kadın olmuştu. Benim gibi ya da Kaan gibi değildi, yüzünden o an ne hissediyorsa okunuyordu. Elza'ya dikkatli baktığımda güç ve öfke görüyordum. Aslında hepimizin ortak sorunuydu.
Öfke.
Çevremde kimin yüzüne bakarsam bakayım öfkeyle karşılaşıyordum, hepimiz öfkelerimize yenik düşen zavallılardık. Öfkenin bize güç kattığına inanırdık, oysa öfkemiz bizi küçültürdü. Öfke bizim zaafımızdı.
Hepimiz kaybedecektik ama öfke bizi o kadar esir altına almıştı ki hiçbirimiz bunu göremedik.
"Kaan seni görürse her şeyi mahvedersin." Salata tabağını masanın en uzak köşesine ittim. "Ben bununla bu kadar uğraşmışken, basit bir aptallığın yüzünden emeğimi çöpe atamam Elza." Sesim olması gereken sert çıkmıştı.
Bana meydan okumaya kalktı. "Sen sadece kuklasın."
Dişlerimle alt dudağımı parçalarken sadece gülmekle yetindim. "Benim tek bir sözümle Kaan'ı terk ettin," masaya dirseklerimi yaslayıp Elza'ya bedenimi yaklaştırdım. "Bu benim planım Elza sen benim planımın sadece basit parçasısın," dedim ona acımadın. "Bunu kabul etmeden önce düşünecektin, ya buradan gidersin ya da Kaan her şeyi öğrenir."
Yüzü allak bullak olmuş şekilde onu o masada bıraktım. Arkamı dönmedim ona herhangi bir şans vermedim. Bunun için fazlasıyla uğraşmıştım ve bunu kimse mahvedemezdi, izin vermeyecektim.
Önündeki içeceğe tuhaf tuhaf baktı. Kafasını kaldırıp bana baktı ve tekrar gözlerini içeceğe çevirdi. "Bu ne?"
"Kivi çayı," dedim omuzlarımı silkerek. "Yorgunluk ve uykusuzluğa bire bir."
Bana acıyarak baktı. "Bunu mu içiyorsun?"
Gözlerimi sinirle yumup açtım. "Savaş," dedim dişlerimin arasından. "İç şunu."
Savaş ağır hareketle kivi çayından bir iki yudum alıp masaya bıraktı. "Çok düşüncelisin," yüzünü buruşturmamak için zor duruyordu. "Sana yorgun olduğumu söyler söylemez benim için kivi çayı almışsın ne hoş(!)"
Savaş'ı umursamadan bacak bacak üstüne attım ve kısa olan eteğim iyice toplandı. Savaş'ın gözleri bacaklarıma düştüğünde rahatımı bozmadan biramı içmeye devam ettim. "Sen bira içiyorsun da ben niye kivi çayı?"
Sandalyeye iyice yerleştim. "Öncelikle konuşurken bacaklarıma değil, yüzüme bak," dedim ve devam ettim. "Çünkü ben sağlıklıyım."
Arsızca güldü ama gözlerini bacaklarımdan çekti. "Yorgunluğumu almak istersen sevişmeyi teklif etmen yeterli," dediğinde ona kötü kötü baktım. "Biri duyacak."
Umursamazca sağ ayağını sol dizinin üstüne attı. "Umurumda gibi mi duruyor?"
Gözlerimi devirdim. "Ama benim umurumda, patronunla nişanlıyım."
Ağızının içinde bir şeyler homurdandı ve sinirle kivi çayını kafasına dikti. Savaş'la vakit geçirmeyi seviyordum çünkü benden herhangi bir beklentisi yoktu. İnsanların benden genel bir beklentisi vardı.
"Sen niye geldin?" diye sordu Savaş.
"Bilmiyorum," dedim doğruyu söyleyerek. "Sadece çok bunaldım ve senin yanına gelmek istedim."
İtirafım onu bozguna uğratmış gibi bana bakakaldı. Normal de böyle bir itiraf yapmazdım bunu o da biliyordu ancak şu an öyle bir dönem içindeydim ki kendimi tanımıyordum. Savaş'ın cevap vermesini bekledim ama herhangi bir cevap vermedi. Cevap vermesi beni hayal kırıklığına uğrattı ama bunu onu belli etmemeye çalıştım. Ne bekliyordum ki?
"Artık gitmen gerekiyor," dedi arkamdan bir yere bakarak. Gözleri baktığı şeye dalmıştı ve meraklanarak omuzumun üstünden baktım.
Kaan'la daha önce defalarca gördüğüm ama adını bir türlü ezberleyemediğim bir adımla ciddi bir konuşma içerisindeydi. "Sanırım," dedim ve gözlerimi tekrar Savaş'ın maviliklerine diktim. "Bir daha görüşeceğiz," dedim gülerek. "O zamana kadar kendine dikkat et."
"Sen de," dedi içten güldüğü için göz kenarları kırışmıştı. "Başını belaya sokma her seferinde yetişemem."
Başımı çoktan belaya sokmuştum bile ama bu sefer kendimle beraber Savaş'ı da sürükleyecektim.
Gözlerimi Savaş'ın mavisinden çekemedim. Gitmem lazımdı, gidemedim. Bedenim uyuşmuş gibiydi, beynim ayaklarıma komut veremiyordu. "Başımızı çoktan belaya soktum değil mi?" diye sorduğumda bir kez daha güldü. Bu aralar yanımda fazla gülüyordu bunun bizim için iyi mi, kötü mü olduğunu ise henüz bilmiyordum.
"Eh, en azından beraber beladayız bu sefer."
Gülümsedi.
Gülümsedim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Morganit
RomanceO kadar uzun süre konuşmadı ki bir an konuyu kapattığımı sandım. Elindeki taşı yavaşça baş parmağı ile okşadı. "Morganit" Gözlerini taştan ayırmadan konuşmaya devam etti. "Sana benziyor," yüzünde soğuk bir gülümseme belirdi. "Bu taş, aynı sana...