Mekke'de Veba

18 6 7
                                    

Peygamberimizin, Annesine Getirilişi
Süt çocuklarını geri verme mevsimi gelip çattı. Bununla birlikte, Efendimiz üzerinde kol kanat geren, onu öz evladından daha fazla seven Halîme’nin de gönlünü bir hüzün bulutu kapladı. Çünkü ondan ayrılacaktı. Çünkü Nur Muhammedin ﷺ cenneti hatırlatan gül kokusundan uzak kalacaktı.

Fakat Mekke’ye götürüp annesine teslim etmekten başka çaresi de yoktu. Öyle yaptılar. Nur Muhammed(صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ)’i ala­rak Mekke’­ye geldiler ve annesine gönül gözyaşları arasında teslim ettiler.

Sütannenin âlemi hüzünle, gerçek annenin dünyası ise sevinçle dolu idi! Bi­ri öz yavrusuna kavuşmanın saadetini yaşıyor, diğeri ondan ayrılmanın ate­şin­de tutuşmuş, yanıyordu!

O anda sütanne Halîme’ye, sanki bir ilham geldi ve yalvarırcasına, bütün sa­mimiyetiyle şu teklifi yaptı:

-“Ne olur, oğlumu biraz daha yanımda bırakamaz mısınız? Hem ben, ona Mekke vebâsının bulaşmasından da kor­kuyorum!”

Bu teklif ve arzu, samimi idi. Sanki cümleler, dudaklardan değil, gönülden kopup gelmişti.

Aziz anne Âmine, bu riyâsız ve candan yalvarışa karşı koyamadı ve bir müddet daha ciğerpâresinin Sa’doğulları yurdunda kalmasına râzı oldu.

Peygamberimiz, Yine Benî Sa’d Yurdunda

Halîme muradına ermişti! Arzusunun kabul edilişinin sonsuz hazzı içinde Efendimizle birlikte tekrar yurduna döndü.

Kâinatın Efendisi, artık süt kardeşi Abdullah’la birlikte kuzuları gütmeye de çıkıyordu. Kuzular, onun tatlı tebessümlerine melemeleriyle cevap veri­yor­lar­dı.

Peygamber Efendimizin (صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ) gözleri hep göklerde idi. Sanki, orada bir şeyler keşfedecekmiş gibi dikkatli ve ibretli bakıyordu. Sanki, bir el uzanacak ve onu ulvî âlemlere alıp götürecekmiş gibi bekliyordu!

Bu arada, gözlerden kaçmayan garip bir hadise vardı: Peygamber Efendimizin (صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ) başı üzerinde çoğu zaman bir bulut geziyor ve onu güneşten koruyordu.

Artık gözler ondaydı. Dillerde onun güzelliği, gönüllerde tatlı sevgisi vardı. Konuşulan, onun dürüstlüğü, terbiyesi ve ağırbaşlılığı idi.

Akranları da onun tatlı arkadaşlığına erişmek için adeta yarış edi­yorlardı.

İşte, Sevgili Peygamberimiz, Sa’doğulları yaylasında günlerini böylesine huzurlu ve sevinçli geçiriyordu!

PEYGAMBER EFENDİMİZİN GÖĞSÜNÜN YARILMASI

Kuşluk güneşinin her tarafa pırıl pırıl hayat saçtığı güzel bir bahar gü­nüy­dü.

Nur yüzlü Efendimiz, süt kardeşi Abdullah’la beraber evlerine yakın çayır­lıkta kuzularını otlatıyordu. Bir ağacın altında, çimenden yemyeşil halının üze­rine oturmuş, tatlı tatlı konuşuyorlardı. Bir müddet sonra da Abdullah, ağacın serin gölgesinde uykuya dal­dı.

Kâinatın Efendisi ise, oturduğu yerden, kâinatı kuşatan eşsiz güzelliklerin yaratıcısını düşünmeye koyuldu. Bu sırada kuzular yayıla yayıla epeyce uzak­laşmışlardı. Onları geri çevirmek için Peygamberimiz, Abdullah’ın yanın­dan ayrıldı. Bir müddet gittikten sonra, karşısına beyaz elbiseli iki kişinin çık­tı­ğını gördü. İkisi de güleryüzlü ve sevimli idiler. Birinin elinde içi karla dolu al­tın bir tas vardı. Nur yüzlü Efendimizin yanına usûlca yaklaştılar. Onu tu­tup, İlâ­hî bir halı gibi duran yemyeşil çimenlerin üzerine uzattılar. Efen­di­mizde ne ses, ne sedâ, ne de telâş vardı. Bu güleryüzlü, bu temiz simalı ve bu sevimli in­sanların kendisine kötülük yapmayaca­ğını biliyordu.

Ağacın serin gölgesinde uyumakta olan Abdullah, bu sırada uyandı. Man­za­rayı görünce, olanca hızıyla telâşlı telâşlı eve vardı. Gördüğü manzarayı an­ne ve babasına anlattı. Heyecan ve telâşlarından evlerinden nasıl çıktıkları­nın far­kında bile olamayan Halîme ile kocası, bir anda Peygamberimizin ya­nına var­dılar. Fakat Abdullah’ın anlattıklarından eser yoktu. Ortalıkta kimseler gö­rün­müyordu. Zira, gelenler, memur edildikleri vazifelerini bir anda bitirip göz­den kaybolmuşlardı. Sadece, ayakta duran Kâinatın Efendisinin benzi uçuk­tu ve hafiften gülümsüyordu.

Fazlasıyla telâşa kapılan Halîme ve kocası, “Ne oldu sana yavrucuğum?” di­ye sordular.

Kâinatın Efendisi (صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ) şunları anlattı:

Yanıma beyaz elbiseli iki kişi geldi. Birinin elinde içi karla dolu bir tas var­dı. Beni tuttular, göğsümü yardılar. Kalbimi de çıkarıp yardılar. Ondan si­yah bir kan pıhtısı çıkarıp bir yana attılar. Göğsümü ve kalbimi o karla temiz­ledikten sonra ayrılıp gittiler.”

Aradan yıllar geçecek, kendilerine peygamberlik vazifesi verilecekti.

Bir gün, sahabelerden bazıları, “Yâ Re­sû­lal­lah! Bize ken­dinizden bah­seder misiniz?” diyeceklerdir.

Re­sû­lul­lah (صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ),
Ben, babam İbrahim’in duasıyım, kardeşim İsa’­nın müjdesi­yim, annemin ise rüyasıyım! O, bana hamile iken Şam saraylarını aydınlatan bir nurun kendisinden çıktığını görmüştü” de­dikten sonra, bahsi geçen hadi­seyi de şöyle anlatır:

Ben, Sa’d b. Bekroğulları yanında emzirilip büyütüldüm. Bir gün süt kar­deşimle birlikte evlerimizin arkasında kuzuları otlatıyorduk. O sırada yanıma beyaz elbiseli iki kişi geldi. Birinin elinde içi karla dolu altın bir tas vardı. Beni tuttular, göğsümü yardılar. Kalbimi de çıkarıp yardılar. Ondan siyah bir kan parçası çıkarıp bir yana attılar. Göğsümü ve kalbimi o karla temizlediler.”

Bu hadiseyle Peygamber Efendimizin (صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ) mübarek kalbi, İlâhî bir nur ve Ce­nab-ı Hak tarafından bir sekînet ve bir ruh ile genişletilmiş oluyordu. Aynı za­manda, Re­sû­lul­lah Efen­dimizin nefsi, o yaşından itibaren kutsî duygular ve İlâhî nurlarla teyit edilerek, her türlü vesvese ve şüpheden temiz hale getirili­yordu. Burada şunu da hatırlatmak gerekir ki kalp sadece çam kozalağı gibi bir et parçası olarak düşünülmemelidir. O, bir Lâtife-i Rabbaniye’dir. Meseleye ışık tutması bakımından, Bediüz­za­man Hazretlerinin kalple ilgili şu açıklama­sını da nazarlara arz etmekte fayda vardır:

“Kalpten maksat, sanevberî [çam kozalağı] gibi bir et parçası de­ğildir. An­cak bir Lâtife-i Rabbaniye’dir ki maz­har-ı hissiyatı vicdan, ma’kes-i efkârı di­mağdır. Binaenaleyh, o Lâtife-i Rabbaniye’yi tazammun eden o et parçasına kalp tâbirinde şöyle bir letafet çıkıyor ki; o Lâtife-i Rabbaniye’nin insanın mâ­nevîyatına yaptığı hizmet, cism-i sanevberînin cesede yaptığı hizmet gibidir. Evet, nasıl ki bütün aktar-ı bedene maü’l-hayatı neşreden o cism-i sa­nev­berî, bir makine-i hayattır ve maddî hayat onun işleme­siyle kâimdir; sekteye uğra­dığı zaman cesed de sukuta uğrar; kezalik o Lâtife-i Rabbaniye a’mâl ve ahvâl ve mânevîyatın heyet-i mecmuasını hakikî bir nur-u hayat ile canlandırır, ışık­landırır; nur-u imanın sönme­siyle, mahiyeti, meyyit-i gayrimüteharrik gibi bir heykelden ibaret kalır.”

Anlaşılan odur ki maddî kalbin iman, ilim, hikmet, şef­kat gibi mânevîyatla yakın alâkası vardır; aynı şekilde, mad­dî temizliğin de mânevî temizlikle mü­nâsebeti mevcuttur. Bu itibarla, Resûl-i Ekrem Efendimizin maddî kalbinin yı­kanıp temizlendikten sonra ilim, hikmet, İlâhî nur ve feyizlerle doldurulma­sını, akıldan uzak gör­memek lâzımdır.

Yazar:
Salih Suruç

Asr-ı saadet, Öncesi ve sonrası🌹Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin