Ölümün Sessiz Çığlığı

12 4 0
                                    

İnci Demirci'den:

Hayat buydu işte.... Bu kadardı. Ansızın, sorgusuz sualsiz çalınan bir nefese kadar. Ne yaşadın nasıl yaşadın.... fark etmiyor. O son nefes çıkarken sana 'istiyor musun' diye sormuyor. Yanına almak istediklerini de sormuyor. Bir beyaz kefen veriyor, bir avuçta toprak. Kokulu, belki çiçekleri açan, kuşların üzerine konduğu bir avuç toprak. Kürekler beyazlara sarılmış cansız bedeni toprakla bir bir örterken, feryatlar göklerdeki kuşları kaçırtıyor. Bir tek Kargalar kokuya çekilir gibi etrafımızdaki ağaçların dallarına konuyorlar. Ölüyle konuşur gibi çiğ çiğ ötüyorlar insanı korkuturcasına. Biz ağlıyoruz.... ölene mi yoksa kendimize mi, bilmiyorum. Hiç bir zamanda bilemeyeceğim sanırım. Yanmış bir bedenin kefene sarılışı kadar zor gömülüşü izlemek. Kelimelerin boğazda düğümlenmesi kadar acı teselli bulamamak. Yutkunursun da gitmez ya o düğüm, inatçıdır kalışı.... teselli bulamakta zihindeki bir düğüm gibi, düşünürsün de bulamazsın doğru cümleyi. Ya içi boş cümleler kurarsın ya da dolu dolu susarsın. Çığlık çığlığa susarsın, en sesli susuştur bu. İşte toprak tamamen kapattı cansız insan bedenini.... Geri dönmeyeceği bir kez daha yüzümüzde patladı bir tokat gibi. Çocuklar bir kez daha çağırdılar o bedeni geriye... bir kez daha beklendi o cevap ama koca bir sessizlik. Dedim ya ölüm en sesli susuştur. Şimdi geri dönmeyeceğini bildiğimiz ilk gece... şehir suskun, ışıkları sönük, sabah bir türlü olmuyor, kabus saatler sürüyor... Neden şehir suskun, neden herkes uyuyor? Kalkın! Ağıt yakın, geri çağırın cansız bedeni! Ayı indirin gökyüzünden, güneş gelsin... Her şey bir sabahla geri dönsün eski düzenine; masadan eksilmesin o tabak, sesi silinmesin evden, koltuğu boş kalmasın, yatağı ıssız.... Her şey geri dönsün bir sabah güneşiyle, biz tekrar nefes alalım.

Bir anne nasıl veda eder yavrusuna, bir baba.... Bir abi nasıl toprak atar gül güzeline, tazesine.... Şayet bir kabus değilse gördüklerim, gözlerim ve zihnim beni yanıltmıyorsa şimdi gerçek oluyor bu. Sarp'ın elindeki kürek geri çekiyor, Pars düşürüyor tutamıyor küreği. Kürek bile kendinden bozuk, sanki biliyor kime toprak atacağını, güceniyor kendine, başı ikide bir dönüyor sapının üstünde. İşte bir caninin daha katlettiği beden, köklerinden sökerce kopardığı bir çiçek.... çiğneyip tükürüyor yetmiyor ateşe veriyor bu  taze çiçeği. Nasıl bir vicdan boşluğu içindeki. Neyle dolduruyor vicdanının yerini? Elleri nasıl ortaklık ediyor bu adama? Kesilesi elleri.... Kanımın donu hala çözülmedi Burçin'in genç bedeni gömülürken. Bütün umutlarımı, verdiğim sözleri, temennileri attım Burçin ile birlikte toprağın altına. Benden de bir parça gitmişti bu dünyadan, Burçin'e yoldaşlık ederek göçmüştü. Cennetin en güzel bahçesini diledim Burçin için, göremediği güzel günlerinin hatırına diledim. Merak etme Burçin, dedim abilerinin emanet oldukları birileri var... Tabi toparlayabilirsek. Önce kendimi toparlarsam, yüreği köz köz ateşlerle dolu Sarp'ı da toparlayacaktım. Önce hayatın devam ettiğine ben inanırsam, onu da inandıracaktım... Nasıl başaracağım bunu? Şu anda buna ağlıyorum, yetemediğim herkese ağlıyorum ben.... Burçin'in gülüşüne de ağlıyorum.... Hiç susmayacağım, gözyaşlarım içimin ateşini söndürene kadar ağlayacağım....

Sabah mahkemeye gitmiş, Cahit denen caninin dağılmış yüzüne bakmıştık. O kadar kolay anlatmıştı ki, Burçin'i yakışını.... Bu kadar kolay mı? Onun narin bedenini ateşe atmak ve buna aşk demek.... Aşkı yanlış tanıtmanızdan bıktım usandım artık. Seviyorum kelimesini, dilinize dolamamızdan, arkasına saklanmanızdan.... Zehirlenmiş zihinlerinizin lanetinden bıktım! Kokuşmuş ağzınızdan çıkan her cümlede yüreğime vurulan pas hissi, tadını damağıma veriyor. Pisliğinizin bir kokusu var.... Yeryüzüne yayılıyor ara sokaklardan bütün şehre..... bizim zehrimiz oluyor. Mahkemede kopan kıyamet, Burçin'in dünyasının sonunun kıyametiydi. Gülriz Hanım'ı gelmemesi için zor ikna etmiştik, Sarp, Pars ve Haluk Bey ise adamı parçalamasınlar diye zor zaptedilmişti. Cahit müebbet yemişti, ayakları geri çekiyor, oraya gitmemek için yalvarıyordu.... Başına gelecekleri biliyordu çünkü. Yaşayacaktı evet ama her gün ölerek. Şimdiyse mezarlıkta toplanmıştık. Burçin'i gömmek için..... Ayakta nasıl duruyorum bilmiyorum, sanki bu eylemi farkında olmadan yapıyorum. Cenaze arabası, patika yolun hemen kenarında kazılmış mezara yaklaştı. Ben nasıl ayakta durduğumu düşünürken, Sarp ve Pars omuzlarında taşıyacaklardı kardeşlerini. Yeşillere sarılmış tabut cenaze arabasından indiriliyordu. Sarp ve Pars dağılmıştan öteydi ama ayaktaydı, en önde ikisi omuzladı tabutu. Kuzenleri olduğunu dün öğrendiğimiz Yağız en öne geçmiş Burçin'in gülümseyen fotoğrafını taşıyordu. Onlar cenaze namazından geliyorlardı, bizse uzun süredir burada bekliyorduk. En önde büyük çerçevede Burçin'in yüzüne baktım. Sanki canlanacak benimle konuşacak, yakama yapışacak gibiydi. Elim aynı fotoğrafın küçüğünü iliştirdiğim sol tarafıma gitti. Elimle okşadım fotoğrafını. Bulanık bakışlarımı sessiz sessiz ağlayan Sarp ve Pars'a çevirdim. İkisi de kardeşlerinin tabutunu taşıyacak kadar büyümemişti. Gülriz Hanım çığlık çığlığa ağlıyordu. İki yanında onu ayakta tutmaya çalışanlarda yetemeyince dizlerinin üzerine çöktü. Haluk Beyde karısının yanına eğildi. İkisinin de bakışları, herkes gibi Burçin'deydi. Tabut yere koyulduğunda, Sarp'ın ayağı kaydı, düşeceğini sanıp ileriye atıldığımda, Pars tuttu abisini. Bundan sonrada böyle olacaktı ya, hep birbirlerine tutunacaklardı.... Burçin tabuttan çıkarılırken, ağlamalar artı. Çığlıklar yankılanıyordu mezarlıkta, bende çok sessiz sayılmazdım bu ağlama konusunda. Sarp, mezarın içine indi ve kefenlenmiş kardeşinin bedenini ona verdiler. Kolları arasındaki bedene uzun uzun baktı, sonra sıkı sıkı sarılarak ağladı, Pars da mezarın başında yere çökmüştü.

Ceset Çiçeği (Kitap Oldu!)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin