"Nasılsın?" dedi Taehyung onun gözlerinin içine bakarak. Koltukta doğrulan adamın önünde eğilmiş, tüm dikkatini ona vermişti. Onu önemsediği her halinden belliydi, Junmyeon'la tanıştığımız ilk günden beri Taehyung onun yanındayken üstüne titriyordu. Fakat bir taraftan güvensizliğini de ilan edebiliyordu. Aralarındaki ilişki kesinlikle benim anlayamadığım şekildeydi, bir türlü herhangi bir kalıba uygunlaştıramıyordum. Haliyle de içimde daha önce hissetmediğim yangınları hissediyor, zihnimin Junmyeon'u acımasız bir kalıba koyarak yargılamasının önüne geçemiyordum. Kıskançlık diye kısaltılan içimdeki yangınların ne yeri ne de zamanıydı, fakat insan yanımın bu konudaki iradesizliğini benimsediğimden olsa gerek karşısına da geçemiyordum. Sadece boğazıma kadar tırmanan bu yakıcı hissi görmezden gelerek bastırmaya çalışıyor, belli etmemek için büyük bir çaba harcıyordum.
"Her zamanki gibi," diye yorgun sesli bir mırıldanma döküldü Junmyeon'dan. O sırada bakışları etrafta dolaştı, nerede olduğunu anlamamış olacak ki kaşları çatıldı. Şimdiye kadar onun zihnine hiç dokunmamıştım, bu yüzden ne düşündüğünü sadece mimiklerinden anlamaya çalıştım, fakat bu zordu. Anlaşılan aynı şey Kim Taehyung'a da zor gelmişti, öyle ki bana döndü, göz göze geldiğimizde bir anlığına mor gözleri parladı, kaşları havaya kalktı. Kıskançlığımın sebep olduğu aptal duygu durumumu gördüğünü anlamam için bu ifadesi bile yeterliydi.
Yine de umursamadım. Gözlerimi gözlerine dikmekten çekinmedim ve zihnine ulaşarak benimle konuşmasına izin verdim.
"Şimdi tamamen senin," diyordu bana. "Zihnine gir ve en küçük ayrıntısına kadar bulup ondan emin olmamızı sağla, şüphelerimizin asılsız olduğunu göster bana." Kafamı sallamakla yetindim, gözlerim yeniden Junmyeon'a döndüğünde çoktan katran karasına bulanmış irislerimin olduğuna emindim.
Ellerim benden önce havalandı, sinsi bir yılan edasıyla Junmyeon'a ulaştı ve birdenbire kendimi bir savaş alanının orta yerinde buldum. Junmyeon'un zihni eski savaşların meydanı gibiydi, her şey birbirine girmiş, herkes birbirine karışmıştı. Düzen yoktu, ortalıkta başıboş dolanan düşünceler adeta dehşet saçıyordu. Üstelik düzensizlik o kadar büyüktü ki, şu an Junmyeon hem on yaşındaki anılarını hem de şimdikileri aynı anda düşünüyordu. Onun zihninde geçirdiğim zamanda elde ettiklerimin sonucu olarak acı hala dört dönüyor, varlığını koruyordu.
"Acısını azalt, her şeyin birbirine girmesine neden oluyor." diye fısıldadım Taehyung'un zihnine doğru. Bakışlarının fiziksel bedenime döndüğünü hissettim, fakat şu an oraya geri dönüp kendisine karşılık verecek halde değildim. Neyse ki Taehyung beni dinledi, Junmyeon'un bedenindeki acı saniye saniye azaldı, zihnini karışıklığa sürükleyen bu his geri çekildikçe o da kendine geldi. Her şey yavaş yavaş yerli yerine otururken, anılar arasında hızla dolaşmaya başladım ben de. Çocukluğunu es geçtim, ergenliği ile ilgilenmedim. Anılarında çocuklardan birini veya Taemin'i görene kadar aramaya devam ettim, uzun yılları arkada koydum. Nihayet istediğim kısma geldiğimde durdum, soluklandım.
Eski zaman anılarının kapısı önümde açıldı, ilk gözlerimi kamaştırsa da, tüm çıplaklığıyla önüme serildi. Böylece anılar Kim Taehyung'un anlattıklarını kanıtladı: Junmyeon'la arkadaşlık hikayeleri tüm açıklığıyla önüme serildi, Kim Taehyung kendi de bilmeden bana dürüstlüğünü kanıtladı. Gülümsedim, gözlerim birkaç saniye daha gençlik çağının ilk dönemlerinde olan Taehyung'un siluetinde dolaştı, sonra oradan da geçip gittim.
Benim için uzun sayılabilecek bir süreni anıların arasında geçirdim. Aslında aradığımı daha çabuk bulabilirdim, fakat bazı anılardan öyle kolaylıkla geçip gidemedim, duraksamak zorunda kaldım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
The X || taekook
Fantasy"Gözlerini kör etmesine izin verme, Jungkook. Bu dünyada güç daima taraf değiştirir, bunu unutma. Eğer bana katılırsan," diyerek elini nazik bir tutumla bana doğru uzattı. Gözlerim gözlerinden uzaklaştı; kemikli eline, uzun parmaklarına ve elinin üz...