1

1.3K 39 9
                                    

BİRİNCİ KİTAP

I

Birçok nedenlerden ötürü adını söyleyemeyeceğim, uydurma bir ad vermeme de gerek olmayan bir kentin resmî yapıları arasında bir tanesi vardır ki büyük-küçük çoğu kentlerde benzeri bulunur: yani bir yoksullar evi. İşte bu yoksullar evinde, okur gözünde hiçbir önemi olamayacağı için yinelemem gerekmeyen bir tarihte, adını bu romana veren küçük ölümlü dünyaya geldi. Belediye doktoru eliyle bu acılar ve dertler dünyasına getirildikten sonra çocuğun ömrü yetip de bir ad taşımasının kısmet olup olmayacağı uzun zaman askıda kaldı. Eğer ömrü olmasaydı bu anılar hiçbir zaman kaleme alınmayabilirdi. Kaleme alınsalar da iki buçuk sayfaya sığacakları için gelmiş gelecek bütün dünya edebiyatının en öz ve aslına uygun biyografisi olmak gibi paha biçilmez bir meziyet taşıyacaklardı herhalde. Gerçi bir yoksullar evinde doğmak, insanoğlunun başına gelebilecek en hayırlı, en özenilecek bir şeydir, diye tutturmaya niyetim yok. Ancak bu koşullarda Oliver Twist için bundan daha hayırlısı olamazdı demeye pekâlâ niyetim var. Doğrusu şu ki, soluk alma görevini üstlenmesi için Oliver Twist'i kandırmak adamakıllı güç olmuştu. Solunum... Zorlu bir iş! Ne yaparsınız ki çabasızca var olabilmemiz için gelenekler bunu zorunlu kılmış... Oliver, bir süre yün şiltede ağzı açık, soluma güçlüğü içinde yattı. Bu dünyayla öteki dünya arasında dengesiz bir salınım durumundaydı ve ağırlık belirgin olarak öteki dünyadan yanaydı. İmdi, bu kısa dönem içinde çevresi özenli ninelerle, kaygılı teyzelerle, yardımcı halalarla, deneyimli hastabakıcılarla ve son derece usta doktorlarla dolu olaydı, kuşku yok, Oliver'ın göz açıp kapayıncaya kadar öteki dünyayı boylaması önlenemezdi. Gelgelelim yavrunun başında, birayı çokça çektiğinden kafası biraz dumanlanmış yaşlı bir yoksul kadından ve bu işleri sözleşmeyle yapan belediye doktorundan başka kimse bulunmadığından Oliver ile doğa, sorunu kendi aralarında çözümlediler. Sonuçta Oliver azıcık çabadan sonra soluk alabildi, şöyle bir hapşırdı ve derken belediyenin omuzlarına yeni bir yükün daha yüklenmiş olduğunu yoksullar evindekilere duyurmaya koyuldu. Ses denen o pek yararlı araçtan üç dakikadan fazla yoksun kalan yeni doğmuş bir oğlan çocuğundan da ancak bu kadarcık bir bağırma beklenebilirdi!

Oliver, ciğerlerinin kendiliğinden ve düzgünce işlemekte olduğunun bu ilk kanıtını vermeye başlayınca, demir karyolanın üzerine rastgele atılıvermiş olan yama işi yorgan hışırdadı; genç bir kadının soluk yüzü yastıktan halsizce kalktı ve cılız bir ses, yarım-yamalak, "Çocuğu göreyim de öleyim!" sözlerini fısıldadı.

Doktor, yüzünü ocaktaki ateşe doğru dönmüş, ellerini bir ısıtıp bir ovuşturmakla uğraşıyordu. Genç kadının konuştuğunu duyunca yerinden kalktı ve karyolanın başucuna giderek, kendisinden umulmayacak ölçüde sevecen, "Yoo," dedi. "Ölümden söz etmek yok."

Bakıcı kadın, "Yok ya!" dedi. "Vah zavallı tazecik." Bir köşede, gözle görülür bir zevkle başına dikmekte olduğu yeşil şişeyi hemencecik cebine soktu. "Ah, doktor bey, o da benim yaşıma gelsin hele... On üç çocuk doğursun da iki taneciği yaşasın... Onlar da anaları gibi buraya düşsünler... İşte o zaman öğrenir bu tazecik dünyaya pabuç bırakmamayı! Güzel kızım, tatlı kuzum, bir düşün, ana olmak ne demek!"

Ne var ki ana mutluluğu üzerine avutucu amaçla söylenen bu sözlerin istenilen etkiyi uyandırmadığı anlaşılıyordu. Genç kadın başını iki yana salladı ve kollarını yavrusuna doğru uzattı.

Doktor yavruyu ananın kucağına verdi. Genç kadın o bembeyaz, buz gibi dudaklarını ateşli bir sevgiyle yavrunun alnına bastırdı; gözlerini vahşi, çılgın bir bakışla çevrede dolaştırdı; baştan ayağa ürperdi ve öldü. Göğsünü, ellerini, şakaklarını ovdular ama kanı bir daha ısınmamak üzere soğumuştu. Umut ve avuntudan konuştular, oysa genç kadın çoktandır bunlardan uzaktı.

En sonunda doktor, "Her şey bitti, hanım teyze!.." dedi.

Bakıcı kadın, çocuğu kaldırmak için eğildiği zaman yastığa düşmüş olan şişe tıpasını alarak, "Evet, öyle!" dedi. "Zavallıcık. Vah, zavallı tazecik!" Doktor eldivenlerini büyük bir özenle giyerek, "Çocuk ağlarsa beni çağırmana gerek yok teyze!" dedi. "Epey mızıklanacaktır sanırım. Böyle zamanlarda biraz yulaf lapası veriver." Şapkasını giydi, kapıya giderken karyola başında duralayarak, "Güzel de bir kızcağızmış," dedi. "Nereden gelmişti?"

İhtiyar kadın, "Dün gece getirdiler," diye yanıtladı. "Kâhya göndermiş. Sokakta baygın bulmuşlar. Uzun yol yürümüş besbelli. Kunduraları paramparçaydı çünkü. Ama nereden gelip nereye gidiyordu... kimsecikler bilmiyor."

Doktor ölünün üzerine eğildi, sol elini tutup kaldırdı.

Başını sallayarak, "Bilinen hikâye!" dedi. "Görüyorum, nikâh halkası falan yok. Aah... ah!.. Hadi bakalım, iyi geceler."

Tıp adamı yemeğe gitti; bakıcıysa yine o yeşil şişeye başvurduktan sonra ocak başındaki alçak bir tabureye oturdu, yeni doğmuş bebeciği giydirmeye başladı.

Oliver Twist, giyim kuşamın ne derece önemli olduğunun öyle mükemmel bir örneğiydi ki! Şu âna kadar sırtındaki tek şey olan battaniyenin içinde bir soylu çocuğu da olabilirdi, bir dilenci de! En burnu büyük bir yabancı bile onun soyunu sopunu belirlemekte güçlük çekerdi... Ama şimdi hep aynı iş için kullanılmaktan sararmış, eski basma giysilere sarılmıştı ya, damgalanıp etiketlenmiş oldu ve derhal toplumdaki yerine oturuverdi: yoksullar evinin bir öksüzü... Bağışla büyüyecek olan çocuk... Karnı hiçbir zaman tam doymayacak, ömrü sille tokat yiyerek oradan oraya sürünmekle geçecek olan fazlalık, aşağı görülen bir yaratık ki, toplumca horlanacak ve kimseden güleryüz görmeyecek.

Oliver yüksek sesle bağırıp ağlıyordu. Eğer kilise görevlileriyle yetimhane yöneticilerinin insafına bırakılmış bir öksüz ve yetim olduğunu bilseydi belki de büsbütün çığlığı basardı.

Oliver TwistHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin