xiii.

63 15 39
                                    

Kyungsoo için hayat her zaman sınırlıydı. Bir yere kadar gidebilirdi, bir noktaya kadar konuşabilirdi, kalbini unutacak kadar sevemezdi, yarını düşünemeyecek kadar mutluluktan uçamazdı aklı. Çitlerle çevriliydi yaşamı. Elini uzatsa yerdi tokadı. Annesinden, babasından, kardeşinden. Fiziksel bir acı yaratmamıştı belki ama onu bu hale getiren yaraların asıl sebebi olmuşlardı. Tek başına dizlerini kendine çekip oturduğu o ufak çemberde büyümüştü. Aslında orasının bir noktadan sonra küçük gelmeye başladığını, Kyungsoo'yu sıktığını biliyordu. Asıl fark edişi, o çitlerin ilerisindeki adamla yaşadı. Çoktan vazgeçmiş Kyungsoo'ya çitlerden bir el uzanıyordu, parmaklıklardan belki. Üstelik onu yaralamak için değil, aksine o yaraları iyileştirmek için. Şimdi Kyungsoo, o eli tutmasa, karşısında kendisine seslenen adamı duymazdan gelse, kapıyı yüzüne kapatsa ne kadar büyük bir günah işlemiş olurdu?

Tam da bu yüzden elindekileri bir kenara fırlatıp boynuna atladı Jongin'in. İlk seferlerinde olduğu gibi başından gitmesini istemedi. Hep etrafında olsun, sesini duyacağı kadar yakınında dursun istedi. Bunca yoldan gelmişken tekrar gitmesini ne o, ne de Jongin kabul edebilirdi.

Sarılışını büyük bir zevkle kabul eden esmerin kollarında bin yıl kalası vardı. Birkaç dakika öyle kaldılar. Ne Jongin bıraktı Kyungsoo'nun belini, ne de Kyungsoo geri çekti kollarını esmerin boynundan.

Ayrıldıklarında ellerini Jongin'in yanaklarına çıkardı Kyungsoo. Güneşin kavurduğu kumlarla kaplıydı sanki yüzü. Parıl parıldı. Gözleri yorgun sularla yıkanmıştı, izlerini bırakmıştı altlarına. Bir daha göremeyeceği, asla geri dönmeyeceği fikrine öyle kaptırmıştı ki kendini Kyungsoo, gördükleri güzel bir düşten ağlatan karelerdi sanki. İnanmak için yokladı göz altlarını Jongin'in. Parmaklarını sürdü boylu boyunca ilk kez gördüğünde görkemli gemilere, kocaman gümüş balıklara, kara saplı bıçaklara benzettiği esmer yüze.

Gözlerini kapattı Jongin. Büyük bir aptallık yapmıştı. Şimdiyse tadını çıkarmak istiyordu anın. Her şeyi geride bırakıp.

"Geldin..."

Yanaklarındaki elleri kendi elleri arasına sıkıştırdı genç dedektif. Birer kez öptü. Özlemişti. Bir yandan şaşkındı. Bağırıp çağırmasını beklemişti Kyungsoo'nun. Fakat birçok şeyden olmadığı gibi, Kyungsoo'nun kendisini bir lütuf olarak gördüğünden de habersizdi. Balıkçının karşı çıkmak, iteklemek, gitmesini istemek, üzerine bağırmak gibi şansları yoktu. Geçirecekleri her an bir ömre bedeldi. O, yalnızca Jongin'i sevmek istiyordu. Canları yeterince yanmamış mıydı? Ne diye daha fazla birbirlerini kıracaklardı? Ona yalan söyleyerek en büyük kötülüğü yapmıştı zaten, bir de üstüne gidecek hakkı bulamazdı kendinde Kyungsoo.

Az önce balıkçının yere attığı çantaya baktı dedektif. Tam zamanında gelmişti. Yoksa geç kalacaktı. Kim bilir nereye saklayacaktı kendini Kyungsoo. Peki ne diye gidecekti ki? İkisinin hatıralarıyla dolu bu ufak kulübede daha fazla duramadığı için mi? Yanı başında bir korku otelinin saklı olmasından mı?

Ya bir daha onu bulamasaydım, diye düşündü Jongin korkuyla. Dedektif olmasına rağmen.

"Geldim. Gidemeyeceğimi fark ettim ve geldim."

Bu sefer Jongin uzandı balıkçının yüzüne. Bir eli hala Kyungsoo'nun belindeydi. Şişmiş gözlerinden öptü, alınlarını birbirine yasladı. Yüzünden dudağının kenarına geldi baş parmağı.

"En çok hangi dondurmayı sevdiğini öğrenmeye geldim." İkisi de güldü dolu gözlerle.

"Çikolata. En çok çikolatalı severim." Fısıldadı balıkçı. Kendini yaramaz bir çocuk gibi hissetti. Sevdiği adam yanındayken hep sakladığı gerçekliği ortaya çıkıyordu sanki.

şeytan minaresi | kaisooHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin