Bölüm ~8~

336 75 165
                                    

Terese'nin evinden uzaklaşalı yaklaşık iki saat olmuştu ve boş midemin gurultuları beni esir almaya çoktan başlamıştı bile. Son birkaç gündür ağzıma lokma koyup koymadığımdan bile emin olamadığım bir beyin uyuşukluğu ve yorgunlukla geçmişti.

Evden ayrıldıktan sonra kendimizi sık ağaçlı bir ormanın içine atmıştık. Konuşmadan önümde ilerleyen ve yer yer bana bitki örtüsünde yol açan periyi sessizce takip ediyordum.

Bedenime yabancı parmaklar sızladıkça, içimde bir yerlerde vicdan azabım da sızlıyordu. Her ne kadar adamın bunu hak ettiğini söylemiş olsalar bile bu parmakları şu an taşıyor olmak kendimi hırsızmışım gibi hissettiriyordu. Vicdan azabıma eşlik eden başka bir ses ise, artık gurultudan acıyan boş midemin sesiydi. "Siz periler hiç acıkmaz mısınız? "

Walric yürürken sırt çantasına uzanıp bir sandviç çıkardı, "Doğamız sizin gibi değildir, çok sık yeme ihtiyacı hissetmeyiz," diyerek bana sandviçi uzattığında gözlerimi devirme ihtiyacıma karşı koydum. Bizi kendinden üstün görüşü, kendini beğenmiş ses tonuna yansıyordu çünkü.

Ekmeğin içine doldurulmuş kuru etin tadı inanılmazdı, art arda iki ısırık alıp yerken etrafıma bakındım. Araf'a göre orman çok farklıydı doğrusu.

Arafta orman, yaşamaktan ziyade bir ölüm uykusuna yatmış gibi donuk ve sessizken şu an yürüdüğümüz ormanlık alan aksine hayat ve enerji doluydu. Etrafımızı dolduran ağaçların şimdiye kadar hiç görmediğim türde irili ufaklı, değişik birçok şekillerde yaprakları vardı.

Kimi yapraklar daha önce hiç şahit olmadığım bir yeşillikteydi hatta kimisinin yüzeyi güneş ışığını kırarak ışıldıyor adeta yakutu andıran görsel bir şölene dönüşüyordu. Üzerinde yer yer pembenin birkaç tonuna sahip olan minik çiçeklerin bezeli olduğu yeşil yapraklı sarmaşıklar, kadim ağaçların devasa gövdelerini sarıyor, sonsuz gökyüzüne uzanan ağaç gövdelerini kaplıyorlardı.

Gökyüzü ise mavinin en canlı tonundaydı. Güneş ışınları, kadim ağaçların gür yapraklarından bulabildiği aralıklardan ormanın içine sızıyor sanki toprağa ilahi bir ışık demeti saçıyorlardı. Kimi ağaçların gövdesi rahat dört kişi el ele tutuşup sarılabilecek kadar genişti. Sanki varoluştan beri buradaymış gibi heybetli ve yaşlı görünüyorlardı. Orman zemini ise yeşil bitkilerle ve yer yer inanılmaz kokular salan rengârenk çiçeklerle kaplıydı.

Bir anda bir kuş uçarak gözlerimin tam önünde havada süzülmeye başladığında olduğum yerde durdum, rengârenk tüyleri ve boncuk gözleriyle bu bir arı kuşuydu. Merakla beni incelediğine emindim. Minicik ince gagasıyla başını hızlıca üzerimde gezdiriyor bu sırada da çok güzel sesler çıkararak şakıyordu.

Geldiği gibi aynı hızla uçup gittiğinde hemen önümde duran sarmaşıklardan birine çarptı ve çiçek sandığım onlarca pembe kelebek yeşil yaprakların üzerinden havalanarak bir dansa tutuştular. Sonrasında tekrar uygun buldukları yapraklara kondular. Gördüğüm bu görsel şölen karşısında mest olmuş şekilde hayranlığımı gizleyemedim, "Çok güzeller..." 

Walric arkasına dönüp yüzümdeki heyecanı taradı. Dünyasına hayran oluşumdan hoşnut, haklı bir gururla yüzüne yarım bir gülümseme yayıldı. "Daha bir şey görmedin ufaklık. Vaat edilen topraklar, içinde göreni hayran bırakan birçok manzara barındırır." 

İlginç bir şekilde bana ufaklık demesi gururuma fazla batmadı çünkü anlattıklarından sonra onun kim olduğunu öğrendikten sonra  kendimi çokta büyük görmemeye başlamıştım sanırım. Üstelik beni iyileştirmişti, ona ucube dediğim için az miktarda pişmanlık damarlarımda geziniyordu. Ona nezaket göstererek teşekkür etmem gerektiğini düşünüp cesaretimi kazanabilmek için derin bir nefes aldım, "O kadar da ucube değilsin." 

KUTSAL DİYARLAR - KIYAMETİN ANAHTARIHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin