han jisung & lee minho
-feelings pool
kaç senedir yoktum burada. bunca senedir ne adını anmıştım, ne de düşünmüştüm bile. şimdiyse beni jisung'la karşılaştırdığı için teşekkürler ediyorum bu şehre. okulun yüzme takımına girerken aklımdan geçen tek ş...
"anladın mı beni?" diyen babamın dediğine karşılık salladım kafamı. dolu olan düşüncelerime rağmen ondan yediğim azar, bir de gerginleşmemi sağlamıştı. baba, dedim içimden, keşke ne halde olduğumu görsen. gör ki yanımda ol artık.
bacağımın sakat olmasına rağmen inatla beni antrenmana yollayan babam çekip gittiğinde iyice sıktım bacağımdaki sargıyı. sık, sık ki hıncını çıkart. hoş değil mi?
değil, acı çekiyordum ama gören yoktu. duyan, gören, hisseden yoktu. sanki öylesine bir hayalettim burada, hiçbir yararı olmayan ve kendi karanlığında kaybolmuş bir hayalet. kimse için bir anlamım yoktu, dünya için bir anlamım yoktu. niye vardım o zaman burada? neden yaşıyordum her şeye rağmen?
aklımı dağıtmak için etrafıma bakarken yüzen bir vücut ilişti gözüme, normalde çok fazla birisi olmazdı bu saatlerde ancak bu vücut hırslı bir şekilde yüzüyordu. sonrasındaysa mor saçlarını gördüm.
minho, lee minho. bisikletle bana çarpan çocuk.
yüzüşünü, vücudunun suyla nasıl buluştuğunu izledim. geniş omuzları suya batıp çıkıyor, kulaçlarını çok güzel atıyordu. zevkle ve hızlı yüzüyordu, kıskandırıcı derecede. şaşırtıcıydı, böyle bir tipten asla yüzücü bir tip beklemezdim. ne bileyim, basketbol falan oynar sanıyordum.
kulvarı bitirdiğinde, etrafına bakmaya başladı. saçlarını suların gitmesi için sağa sola salladığında, pür dikkat onu izliyordum.
bakışlarımız buluştu sonrasında. kahve gözlerine baktım dikkatle. garip bakıyordu, nasıl desem, pişmanlık? evet, kaşları belli belirsiz aşağıya eğilmiş, ıslak saçlarıyla bana bakıyordu.
kaçırdım ama bakışlarımızı, biriyle o kadar uzun süre bakışmak ürkütüyordu beni. zaten gergindim, bu yüzden telefonumu aldım elime. arada telefona dönüyor arada koç jin'le konuşan minho'ya bakıyordum. iyi anlaşıyorlardı, benim babamla ilişkimden bile iyiydi baba oğul olmamalarına rağmen. kıskandım, delirdim içimde.
yaklaşan adım seslerini duyduğumda ilk tekrar babam sanmama rağmen, minho'yu gördüm karşımda. çatılan kaşlarımla ona bakarken, telefonumun ekranını kapattım.
"jisung," dedi ve biraz durdu. konuşması için bekliyordum onu. ne diyecekti ki şimdi?
"bacağın, bisikletle sana çarptığımdan beri mi öyle?" dedi tek eliyle sargılı bacağımı gösterirken. ilk birçok duyguyu barındıran gözlerine baktım. sonrasındaysa işaret ettiği bacağıma.
"neden soruyorsun bunu?" üzerinden günler geçmişti, bacağım sadece onun yüzünden böyle değildi ki.
"bacağını sargıda görünce kaç günden beri, sormak istedim?" dedi kaşlarını hafif çatarken.
gözlerimi devirdim. "evet. lütfen bittiyse gider misin?" dedim derin nefes alarak. sinirlerimin bozulduğunu açıkça belli ettiğimden emindim. aslında bozuk bile değildi, ilgilenmesi garip hissettirmişti ancak öyle kötü hissediyordum ki şu an.
"alt tarafı soru sorduk amına koyayım, ne bu atar ya?" dedi bedeni kasılırken. ben de gerildiğimi ve korktuğumu hissederken, gözlerimi tekrar buluşturdum onunla yavaşça.
"istediğini aldın işte minho, bacağım senin yüzünden böyle değil dedim, gider misin artık?" git. hadi minho, uzak dur benden.
"bacağım senin yüzünden oldu yani?" dedi sinirlendiğini belli ederken. "doğru konuşmayı bilmiyor musun sen?" dedi sinirle.
"hayır dedim. olmadı senin yüzünden."
"başından savmak için diyorsun değil mi?"
"uzatma lütfen, senden önce de böyleydi." o ilk duraksarken, ellerini yumruk yaptı. beyazlaşan parmak boğumlarına baktım.
"seni merak edip soran aklımı sikeyim ya."
"beni tanımıyorsun bile, neyimi merak edeceksin tanrı aşkına?" dedim o gitmek üzereyken.
"hayat felsefen umrumda değil jisung, benim yaptığım bir şey yüzünden endişelenmem oldukça normal değil mi sence de?"
endişelenmek mi?
"tamam," dedim geçiştirmek için.
"ama senin yüzünden değil. gerçekten." dedim gerginliğim artarken. biriyle kavga etmekten nefret ediyordum, birinin beni merak etmesinden nefret ediyordum, biriyle konuşmaktan nefret ediyordum, birinin hayatında olmaktan nefret ediyordum.
"siktir git." dedi ve ayrıldı yanımdan. ben ellerimle yüzümü kapatırken, pişmanlığın üzerimde yayılmasına izin verdim.
aynısı oluyordu, durmuyordu, durduramıyordum. insanların beni sevmesine veya beni merak etmesine inanmıyordum. elimde değildi, sanki kötü bir amaçları varmış veya bencillermiş gibi hissedip onlara saldırıyor, sonrasında yine aynısını yaşıyordum. pişman oluyordum ama asla özür dilemiyordum. niye böyleydim bilmiyorum işte, artık tek istediğim dinlenmekti.
ben suçluydum evet, her şeyde. bu zamana kırdığım tüm kalplerin suçlusu da bendim. biliyorum. ama böyle olmamın suçlusu kimdi? onu tanrı bilirdi belki de. ama belki. varlığından bile emin olmadığım tanrıya birkaç işi bırakmak ne kadar doğruydu?
bacağımın keskin ağrısını tekrar hissederken, zorla kalktım yerimden. gitmeliydim, biraz daha bacağımı zorlamak istemiyordum artık. yüzmeme yeteri kadar engel oluyordu zaten, yorgunlukla kalktım yerimden ve çıktım binadan.
.
hüzün duyabilen her ruh, iyiliğe muktedirdir.
-harriet beecher stowe
Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.