Zaman geçiyor. Büyüyorum. Küçük kalmaktan korktuğum kadar büyümekten de korkuyorum. Olmak ve olmamak arasında sıkışmış kalmışım. Olsam da olmasam da değişmeyecek dünyada kalmak için sebebler arıyorum. Şimdi bulunduğum çocukluğumun tozlu ve kirli anısında bir olmamak anısındayım. Hem kendim için hem de elimde silahım doğrulttuğum genç adam için olmamak çanları çalıyor kulağımda. O zamana kadar hep ölümle burun buruna gelmiştim, şimdi ölümle burun buruna getirmiştim. Yaşadığımı başkalarına yaşatma zamanı gelmişti. Zaman acımasızdı değil mi? Zaman katiliydi tüm temiz ruhların. Ve yine zaman katiliydi tüm kirli ruhların.
Tanrım, görüyor musun? Çocukların hepsi temiz değildir, çocukların hepsi iyi değildir. Bak ellerime tanrım. Birini öldürmem için elime verilen silaha bak Tanrım. Birazdan kirlenecek olan ruhuma bak tanrım. En büyük şahidi sen olacaksın bu acımasız anın. Sen de biliyorsun yok benim günahım.
"Daha ne düşünüyorsun?" dedi Charles. Her zamanki o dehşet saçan sesiyle. Rüzgar saçlarımı savuruyor, karanlık bir illetmiş gibi gizliyordu günahları. Ve benim günahımı. Bacaklarımın titrediğini hissediyorum. Dokunsalar bacaklarım güçsüzce düşecek, çökeceğim. Çöksem biliyorum bir daha hiç düzelemeyeceğim.
"Vur onu!"
Gözlerimi diktiğim genç adamdan bir an olsun ayırmıyorum. Korku dolu gözleri kanlanmış elleriyle aynı hizada benim gözlerime bakıyor. Bakıyor bu yaşı küçük ama yaşantıları büyük kız çocuğuna. Dudakları titriyor.
Benimki gibi, diye geçiriyorum içimden. Benim de dudaklarım titriyor. Sanki konuşulacak çok şeyi var da, söyleyemeyecek kadar korkak gibi.
Neden vuruyordum onu, bir suç mu işlemişti? Bir suç işlemişse bile bu suçun cezasını tanrı yerine ben niye veriyordum? Anlamıyordum. Ama anlamadıklarımı sormaya korkuyordum. Korku bedenimin her yerine ölümcül bir hastalık gibi çökmüştü. İlk başta yavaşça. Ama ilerledikçe hissediyordum içimde bıraktığı enkazları. Yine de titrek dudaklarımın arasından sözcükler can çekişerek çıktı.
"Yapamam," dedim elimdeki silah elime katil ağırlığını iyice verdiğinde. Bu günahı elime bulaştıramam.
Sesim kısık ve güçsüzdü. Acizlik kelimelerime bulaşmış, Charles'ın bunu yapamayacağımı anlaması için yalvarıyordu.
"Öldür onu," dedi Charles, bu sefer sesi zihnimdeki korkuları dövecek güçteydi. Yine de bunu nasıl yapardım?
"Yapamam," dedim tekrardan, bir tekrarı daha olmamasını dileyerek.
"O zaman sen ölürsün,"
Ben zaten ölüydüm, layık olabileceği bir mezarlık bulunamayan, sahipsiz lanet bir ölü.
O zaman ben ölseydim. Keşke ben ölseydim.
"Hadi kızım. İstediğim savaşçıya dönüşmek için ilk adımını at. Cesur ol, vur onu. Göreceksin başarını ve kendini iyi hissedeceksin."
Bu sefer yumuşak çıkan sesi aksine midemi bulandırdı. Benim nasıl olur da bunu yaptıktan sonra iyi hissedeceğimi düşünebilirdi. Kendimi koca bir bataklığın içerisinde hissediyordum. Karşımdaki genç adam kıpırtısız dururken gözlerindeki korkunun sebebini anlamak istedim. Benim onu vurmamdan mı korkuyordu? Yoksa biraz arkamda duran Charles'tan mı? İkinci seçenek olmasını istiyordum. Çünkü birini korkutacak kadar vahşi olmak tüylerimi ürpertiyordu. Benden korkmasındı çünkü ben onu vurmayacaktım. Elimi silahımla beraber aşağı indirdim. Adamın gözlerinden gözlerimi ayırarak hafifçe arkamı döndüm. Charles'a baktım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
PAPİLLON ~Jackson Wang~
Hayran Kurgu"Hiçbir şey senin sandığın gibi değil, izin ver sana neyin ne olduğunu göstereyim," dediğinde sesindeki güven kararlılığımı bir nebze kırdı. Ama hayır güvenemezdim. Başımı hayır anlamında salladım. Gözlerimden benden habersiz yaşlar akmaya devam edi...