Ne yapacağız biz şimdi seninle? Alıp elimize kahvelerimizi, belini mi kıracağız iki çift lafın? Oturup dedikodusunu mu yapacağız sevmediğimiz insanların? Ben sana kurabiyelerimin tarifini mi vereceğim, sen güzel yapamayınca beceriksiz mi diyeceğim? Bazen dost, bazen ne olduğu belli olmaz iki kişi mi olacağız seninle? Biz ya biz, sen ve ben. Aralarında hep "ve" veya "ile" bağlaçlarının olacağı iki kişi. Arasında hiç kimse yokken bile kilometreler olan, yan yanayken bile iki kutup noktası kadar uzak olan birbirlerine... Sen ve ben ya, biz seninle dost mu olacağız? Birisi olur da kalbimi incitmeye yeltenirse ben gelip sana mı anlatacağım sevgili yara? O, seni sırtından her bıçakladığında sen gelip bana mı ağlayacaksın? Anlamadım, yemin ederim ben anlayamadım. Ben bu dünyayı da, bu aşkın çilesini de, olmayan sevginin ızdırabını da... Anlamadım ya. Biz seninle nasıl arkadaş oluruz? Ben kalbime hançer sapladığın o lanet geceleri nasıl unuturum? Unuttum işte! Unuttum. Hiç yaşanmamış gibi, hiç sızlamamış gibi. Buna akıl sır erdiremiyorum. Sen, sevgili yara. Sen yapabiliyor musun? Bana ettiğin sözleri söylediğin diline kelepçe vurabiliyor musun? Hatırlamadan edebiliyor musun? Bana baktığında sanki yeni tanıştığın birisiyle konuşuyormuş gibi hissedebiliyor musun? Bu kız o kız değil, diyebiliyor musun?
Ne olacak dersin?
Mesela yeni sırlarımız mı olacak?
Eskisi gibi, birbirimizden bile sakladıklarımızın aksine.
Bilirsin, biz pek konuşmayız.
Gözlerimiz bal rengi bizim.
Ama ne zaman birbiriyle buluşsalar kapkaranlık olurlar.
Çok derin bakarsın mesela, ama kuyunun dibini hep o anlarda görürüm.
Çünkü en içini yalnızca ben gördüm.
Bakmak kolaydır sevgili yara.
Anlatırsan, hep dinlerim.
Ama senin anlattıklarının aksine, ben seni hiç dinlemeden bildim.
Sen göstermedin, ben gördüm içini.
Kırgınlığın dizlerine yara senin.
Yalnızlığın göz kapaklarına oturur.
Kafandaki tilkiler başını ağrıtır, ağırlığından yaslanırsın her bulduğun yere.
Senin kafandaki tilkiler benim.
Benimkiler de senin.
Hepsi senin olsun.
Ben, tilkilerimi zapt etmeyi senin bıçaklarından öğrendim.
Ellerin tutsak tutulduğum hücrenin kilitlerini kırdı.
Uzattığın ellerini kıramadım yalnız senin.
Kalbini ama... Tıpkı benimkine yaptığın gibi çok kırdım.
Yıldızlara benzeyen ellerin bayım, kimin beline koydun onları?
Hangi gece yarısı tüttürdüğün dumanın kokusu sindi üstüne ellerinin?
Yıldızlarını neden kömür rengine boyadın bayım?
O gece yarılarını zehir eden kadına, neden bir türlü doyamadın?
Seni onun kadar üzemediğimden mi beni onun yerine koyamadın?
Şimdi bize ne olacak dersin?
Dost muyuz, düşman mı kalacağız?
Yarım mıyız, yarına mı kalacağız?
Dizlerimiz mi kanayacak, yaralarımızı mı saracağız?
Kanayan kanatlarım mı kopacak, bulutların üstüne mi çıkacağız?
O bulutlar sis perdesi, bayım.
O sisin arasına, yanmış gönlümün isi, pası karışmış.
Bu duyduğun koku, açtığım gönül penceresinden çıkan ateşin dumanıymış.
Ben ellerimi açıyorum bayım.
Hiç var içinde.
Sizin boyunuz çok uzundu, ben parmak uçlarıma çıkamazdım.
Uzanamazdım mühürlenmiş kalbinize.
Ama bir türlü de sizden uzak kalamazdım.
Bir de gelecek vardı önümde.
Titreyen ellerinle uzansan sen bana, incinirdim belki, kırardın.
Titreyen ellerimle uzansam ben ona, incitirdim belki, kırardım.
Ben ipleri bıraktım ya bayım, unuttun mu sen?
Ben hâlâ neyin savaşındayım?
Neye bu hayâsız çırpınışlarım?
Vazgeçemediğim bir şeyler vardı sanırım.
Ben o gün kapıyı çarpıp çıkarken, ne için bu kadar arkama baktım?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
YALANCI
Teen FictionBir varmış, bir yokmuş... Bir ayçiçeği tarlası varmış. Tam tepesinde tüm ihtişamıyla Ay, gökyüzüne birer çiçek gibi serpiştirilmiş pasparlak yıldızlar ve sabah olduğunda ufkundan doğup tüm ışığıyla ayçiçeği tarlasını besleyen Güneş. Tarlanın ortasın...