Aslında ben de diğer insanlar gibi her ne kadar yalnızca anlaşılmak istediğimi söylesem de bunu yapamadım. Birisinin beni anlamasına izin vermedim, bundan korktum ve devamlı kaçındım. Tıpkı Dorian Gray'in Portresi'ndeki o replik gibi, izin vermedim yüreğimi mikroskop altına yatırmalarına. Bundan kaçındım. En az anlaşıldığım şarkı sözlerini gösterdim, en az yansıtan beni. En az üzüldüğüme şiirler yazdım. En çok en anlamsız şeylerin çizdim resmini. Çünkü dinlerken ağladığım şarkıyı bilmemeliydi insanlar. Bunun anlamını çözebilirlerdi. Taştan duvarlarım cama dönüşebilirdi, içinde çırılçıplak kalabilirdim. En büyük hüznümü yazsaydım, acırdı bana insanlar. Kendime acırdım en çok da, hep en fazla ben acırdım. En sevdiğim şeyi çizseydim o rengarenk deftere, yakalanırdım. Ha bir de, utanırdım. Gururum elvermezdi. Renkli defterim siyah beyaz oluverirdi. Hüzün bulaşırdı, çürümüş umutlar kusursuz çizgilerimi dağıtırdı.
Bundan yazmadım hiç ailemi. Buğulandı camlarım, gözlerim buğulandı. Ben kendimi bu çabasız halimle, buna mecbur bıraktım. Dıştan bir gözün içimi okumamasını, kendi mutluğuma seçtim. Değdi mi suya düşürdüğüm hayallerim? Kaybettiğime sizi, değdi mi dersiniz?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
YALANCI
Teen FictionBir varmış, bir yokmuş... Bir ayçiçeği tarlası varmış. Tam tepesinde tüm ihtişamıyla Ay, gökyüzüne birer çiçek gibi serpiştirilmiş pasparlak yıldızlar ve sabah olduğunda ufkundan doğup tüm ışığıyla ayçiçeği tarlasını besleyen Güneş. Tarlanın ortasın...