Toparlanmak sandığımdan çok daha sancılı bir süreç oldu.
Sınavı bir şekilde atlatmıştım ve kötü yapmadığımı biliyordum ama sınavdan sonrasını nasıl atlatacağımı bilmiyordum. Ağlayacak göz yaşım ve hissedecek bir şeyim kalmadığında kalbimdeki öküz de beni terk etmiş ve ben elimde koca bir boşlukla olduğum yerde kalakalmıştım.
Langa'yı seviyordum ama ona katlanamıyordum. Bana gelmesini bekliyor ama ona gitmem gerektiğini biliyordum. Kırgınlığın içinde boğuluyor ama onu da kırdığım için kendimi öldürüyordum. Langa'yla birbirimizi göremiyorduk ama ben yine de o düşerse tutmak için orada olmak istiyordum.
Tüm bu çelişkiler de göğsümdeki boşluk hissiyle birleşince bana yardımcı olacak hiçbir şey çıkarmıyordu ortaya.
Okinawa'ya o berbat yaz sıcağı hakimdi ve haziran bir şekilde geçmiş olsa da önümüzdeki iki ay için aynı hissettiğimden pek emin değildim. Bazen çok düşünüyor bazen de hiç düşünemiyordum ve çatı katındaki odamda yatağıma bir seksen uzanmış hiçbir şey yapmadan zaman öldürmekten başka aktivitede bulunmadığım için kendimi bundan da kurtaramıyordum.
Joe'ya yazın onunla spora başlayacağıma dair söz vermiştim mesela ama şu son birkaç haftadır zorla yemek yiyordum ve vücudumda forma girmeye hazır birkaç kilo kas kütlesi vardıysa bile ondan geriye bir şey kaldığını sanmıyordum. Aynalara yüz çevirmiştim, beni bu hâle getiren şeyi hatırlamamak için ölesiye uğraşıyordum. Annem tedirgindi, velet kız kardeşlerim bile bu günlerde alışılmadık derecede sessizdi, bense nedense tüm bunların benimle bir alakası olduğunu düşünmeden duramıyordum. Beni bu boşluk hâlinden çekip çıkartansa bir diğer velet Chinen Miya'dan başkası değildi.
Havanın yine nefes almayı zorlaştıracak raddede nemli ve sıcak olduğu bir gün, sırt üstü yatağıma uzanmıştım ve üstüm çıplak olmasına rağmen boynumdan aşağı damla damla ter akıyordu. Bok gibi bir sıcak vardı anlayacağınız. Dışarıdaki cırcır böceği sesleri elime artık farklı bir şeyler yapmalıyım diyerek aldığım kitaba odaklanmamı neredeyse imkânsız hâle getiriyordu ki zaten gözüm açtığım sayfadaki kelimeler arasında anlamsızca gidip geliyor, hiçbir şey anlamıyordum. Rahatsızca yattığım yerde kıpırdandım ve Stefan Zweig'ın kitaplarını bir daha yaz vakti okumamaya yemin ederek elimdeki kitabı kapattığım gibi odanın rastgele bir köşesine fırlattım.
Son birkaç haftadır bunu da alışkanlık edinmiştim. Kendime çeki düzen vermeye çalıştığımda ve çabalarım yanıtsız kaldığında sürekli bir şeyleri fırlatıyordum. Açıkçası rahatlatıcıydı ve çabuk körüklenen öfkemi sönümlemek için eşi benzeri olmayan bir yoldu ama annem bu konuda benimle hemfikir değildi maalesef. Bir şeylerin ters gittiğini biliyor yine de tüm endişesine rağmen beni yemek yemeye zorlamadığı zamanlarda rahat bırakıyordu ve ancak arada odaya daldığında iki çift laf ediyorduk. Onda da bana bir şeyleri fırlatmamamı ve toparlanmamı söyleyip gidiyordu. Bu hâlimden korktuğu kadar beni darlamaktan da korkuyor olmalıydı. Bir de ben üstüne gidemeyeceğimden sadece onu yattığım yerden onaylamakla yetiniyordum.
Her zamanki gibi çat kapı gelmediğinde bunu garipsemiştim o yüzden. Bu annemin altıncı hissi gibi
bir şeydi; eşyalarımı fırlatmaya başladığımda duymasa, görmese bile hissedip dibimde bitiyordu. Burada olmaması garipti. Ama hava o kadar boğucuydu ve nemle sıcak kafamı o kadar bulandırıyordu ki bunu sorgulayacak vakit tanımadım kendime. Zaten gözlerim kayıyordu, sıcaktan kaçarak uykuya dalmaya çok yakındım. Pek de huzurlu olmayan bir öğle uykusuna hazırdım ki kapım beni yerimde sıçratacak kadar büyük bir gürültüyle açıldı."Kalk, kalk, kalk hadi yatma!"
Miya bağırarak yanıma yaklaşırken avuçlarımla yüzümü kapadım. Az daha kalp krizi geçirecektim ama çocuk bunu umursamadan bana emir veriyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
best spider-man, renga
Fanfictionlanga hasegawa'nın reki kyan'ı sinir (âşık) etme maceraları